4 Ağustos 2009 Salı

Atatürk Gençliği Görev Başında!

Atatürk gençliği
görev başında!

Atatürk: Devrimci Gençliğin Mücadele Bayrağı

Atatürk, Türk tarihinin 20. yüzyılda yetiştirdiği en büyük devrimci. Ancak onun ölümünden sonra iktidarı ele geçiren Batıcı, yeni Tanzimatçı ve sağcı güçler, 60 yıldır öyle bir Atatürk ve Atatürkçülük portresi çizdiler ki, bugün devrimci gençliğin Atatürkçü çıkışı karşısında deliye dönüyorlar. Çünkü biliyorlar ki, 60 yıllık tarihi ihanet çizgisi yolun sonuna geldi ve artık oyunları bozuluyor. Devrimci Atatürk, devrimci gençlerin ellerinde bir mücadele bayrağı haline geliyor.

Atatürk gibi Cumhuriyet’i gençlere emanet edecek kadar uzakgörüşlü devrimci bir lider için bu çok daha önemli. O, uzkgörüşlülüğü ve tarih bilinci ile sanırız olacakları önceden görerek, güvenilecek tek kesimin gençler olduğunu sezmişti. Ve yine O’ndan sonra iktidarı gaspeden Batıcı-sağcı güçler de bunu çok iyi bildiklerinden hep gençleri O’ndan ve O’nun fikirlerinden uzak tutmaya çabaladılar.

60’ların Atatürkçü Şahlanışı

Batıcı güçlerin buna büyük önem vermeleri hiç de boşuna değildi. 27 Mayıs öncesi gençlik Atatürkçü bir çıkış yaparak Ordu’yla birlikte iktidarı devirmişti. Ancak bu ilerici adımın devamı gelmeden törpülendi, yozlaştırılmaya çalışıldı. 27 Mayıs’tan sonra sağcılar daha da güçlenerek ve ‘akıllanarak’ iktidara yerleştiler.

60’lı yıllar, Türkiye’de Atatürkçülüğün gerçek kimliğiyle ve kitlelerin içinde canlandığı bir dönemdi. 27 Mayıs’ı devam ettirmek isteyen Ordu içindeki devrimci kadrolar, yeni yeni kurulan devrimci sendikalar, üniversitelerde öğretim üyeleri arasında oluşmaya başlayan birliktelik, Türkiye İşçi Partisi’nin kurulması, Doğan Avcıoğlu önderliğinde Yön dergisinin yayınlanması, köylerde toprak mücadelelerinin başlaması, üniversitelerde devrimci gençlik hareketinin kitleselleşmesi yurt çapında büyük bir devrimci canlanmanın habercisiydi.

İşte tam da bu tarihi dönemeçte CIA destekli Batıcı egemen güçler ilerici kuvvetlere büyük bir tuzak kurdular.

İlerici Güçlere Büyük Tuzak

Kitleselleşmeye başlayan gençlik hareketi Atatürkçü bir çizgide yürümekteydi. Deniz Gezmiş’lerin “Samsun’dan Ankara’ya Mustafa Kemal Yürüyüşü” gerçekleştirdikleri günlerdi o günler. Ve çok daha önemlisi, gençler halkla birlikte hareket etmekteydi. İşte bu aşamada gençleri halkla birleşmekten koparacak, Türkiye’nin aydın birikiminden uzaklaştıracak ve Ordu’yla çatıştıracak bir anlayışı gençliğin içine sokmaya çalıştılar.

60’ların sonuna gelindiğinde gençlik içinde tarihi köklerinden ve Atatürkçülükten uzaklaşma eğilimi oldukça güçlenmiş, Sovyetçi anlayışlar güç kazanmış ve ilk büyük bölünmeler yaşanmaya başlamıştı. Türk halkının gözbebeği devrimci gençliği kendi içinde birbirine düşürülmeye başlanırken halkın gözündeki itibarı da düşmekteydi.

Ancak bu kadarla da kalmadı. Gençlik hareketi bölündükçe ve marjinalleştikçe, sağa sola saldırtıldı. Bu, artık gençliğin hem aydın kesimlerden ve devrimci büyüklerinden koptuğu hem de Ordu’yu karşısına aldığı bir aşamaydı.

Ondan sonrası bilindik kanlı bir tarih...

Kısacası tezgâh başarılı olmuştu.

Gençliğin hem halkla bağları koparılmış, hem aydınlar ve Ordu ile olan dayanışması yıkılmıştı. O günden bugüne kadar da bir daha o birliktelik kurulamadı. Oysa o birliktelik, gerek Bağımsızlık Savaşımızda gerekse 27 Mayıs’ta başarının temeliydi. Bu temeli çok iyi gören Batıcı güçler Türk devrim tarihinin bu temelini dinamitlediler.

Atatürk’ü Halktan Koparan Sahte Saflaşma

Bu temel, gücünü Atatürk devrimciliğinden almaktaydı. Gençlerin, aydınların, Ordu’nun ve tüm Türk halkının ortak paydası Atatürkçülüktü. Halkın birlikteliğinin yıkılması için de önce bu fikri temelin yıkılması gerekiyordu. Onun için Atatürkçülük üzerinde büyük bir oyun oynandı.

Oyun son derece basitti. İktidara çöreklenen Yeni Tanzimatçı kadro kendisini Atatürkçü olarak lanse etmekte ve böylece halkın Atatürk’ten uzaklaşmasına yol açmaktaydı. Gençlere ise Atatürk’ün yeterince devrimci olmadığı şeklindeki marjinal görüşleri pompalamaktaydılar.

Sonuçta halktan uzak ve ona karşı, devrimciliğe yabancı ama hep ‘devlet adamı’ ve böylece halkı ezen ‘sahte Atatürk’ portresi oluşturuldu. Bu ‘sahte Atatürk’ün gerçek Atatürk’le uzaktan yakından ilgisi yoktu ama olan olmuştu bir kere. Bu kritik dönemeçte hep uyarıcı olmaya çalışan Doğan Avcıoğlu, M. Ali Aybar gibi aydınların çabaları da sonuç vermedi ve bugünkü ‘sahte saflaşma’nın temelleri o gün atıldı: Bir yanda halk, diğer yanda ‘Atatürkçü’ devlet, öte yanda ise ‘anarşist’ gençlik. Ordu da bu tezgâhta büyük tasfiyelerle Atatürk’ün Ordusu değil Yeni Tanzimatçıların ordusu yapıldı.

Oysa daha birkaç yıl önce halk, gençlik ve Ordu, Atatürkçü güçler olarak Batıcı-sağ iktidarın karşısındaydı. Devlet-halk arasındaki karşıtlıkta, ‘Ordu-millet elele’ diyen, işçi, köylü, gençlik ve Ordu bir yanda, Batıcı-sağ iktidarlar diğer yanda bulunuyordu. Devlet sağcıların eline geçmişti ama Atatürkçüler bunu değiştirmek için mücadele ediyordu.

Oysa şimdi yaratılan bu sahte saflaşmada, halk Atatürk’ten tümden koparılmaktaydı. Atatürk ‘devletin’ Atatürk’ü olarak, statükocu, Batıcı, sağcı bir devlet adamıydı.

Gerçek Atatürkçülük Mücadelesini Yeniden Yükseltiyoruz

Bu sahte ‘Atatürkçülük’ anlayışını yıkmadan halkı yeniden birleştirmenin imkanı yoktu. Bunun için gerçek Atatürkçülüğün ortaya konması ve devletin çizdiği Atatürkçülüğün terkedilmesi gerekmekteydi. O yıllarda bunun mücadelesi de verildi. Doğan Avcıoğlu’nun deyimiyle ‘medrese Atatürkçülüğü’, İlhan Selçuk’un deyimiyle ‘Gardrop Atatürkçülüğü’, Attilâ İlhan’ın deyimiyle ‘İnönü Atatürkçülüğü’ne karşı gerçek Atatürkçülük mücadelesi başlatıldı. Ancak tezgâh daha ağır bastı ve Kenan Evren’in iktidarı ele geçirmesi, bir döneme artık son noktayı koymaktaytı.

Bugün Batıcı-sağ iktidarların Atatürk ve Atatürkçülük adına söyledikleri ne varsa büyük bir yalandan ibarettir ve bizler de bu yalanları ortaya koyuyoruz. Devrimci Atatürk’ü yeniden gerçek kimliği ile halkın karşısına çıkartıyoruz.Ne Kurtuluşçu, Ne Aydınlanmacı, Atatürk Tam Bağımsızlıkçıydı

Onların çizmeye çalıştığı Atatürkçülük’te çağdaşlık vardır, Batılılık vardır, ılımlı ‘laiklik’ vardır ama bir şey yoktur ve o özenle gizlenmektedir: Tam Bağımsızlık!

Oysa Atatürk daha Bağımsızlık Savaşımızın başlangıcında ‘üzerimize aldığımız görevin özü tam bağımsızlıktır’ diyerek tam bağımsızlık anlayışını da ‘askeri, mali, kültürel, bütün alanlarda tam bağımsızlık’ olarak açıklamıştı.

Bu ne demektir?

Bu, emperyalizm çağının bir devrimci hareketi olarak Türk Devrimi’nin niteliğinin tam bağımsızlık devrimi olması demektir. O nedenle de Türkiye’de bir İstiklal Savaşı yani Bağımsızlık Savaşı verilmiştir. Bağımsızlık Savaşımızın adının Kurtuluş Savaşı olarak değiştirilmesi de, Atatürk’ün tam bağımsızlık devriminin Aydınlanma Devrimi olarak değiştirilmesi de 12 Eylül’ün eseridir.

Atatürk 12 Eylülcüler gibi Kurtuluşçu veya Aydınlanmacı değil, Tam Bağımsızlıkçıydı. Batının ajanı değil, Batılı emperyalizme başkaldıran bir asiydi.

İşte en önemli kavga noktası budur. Günümüzde de Atatürkçülüğü bir Batılı devrim modeline indirgemeye çalışan ‘ılımlı’ ve aşırı Batıcı görüşlerle, Atatürkçülüğü emperyalizme karşı bir Tam Bağımsızlık Devrimi olarak görenler arasında bir kavga vardır. Bir yanda 12 Eylülcüler diğer yanda tüm Türk halkının yer aldığı bir saflaşmadır bu.

12 Eylülcülerin çizdiği çerçevede yapılacak bir Atatürkçülüğe ve bunu yapacak Batı ajanlarına karşı en amansız mücadele verilecek ve Atatürk bu Batı ajanlarının, düzenin uslu çocuklarının elinden kurtarılacaktır.

Atatürkçü Saflara Fethullahçı Sızma

Bu noktada Batıcı-sağ güçlerin klasik bir numarası vardır, hemencecik ‘siz Atatürk’ü kullanıyorsunuz’ diyerek, Atatürk’ün ne kadar merkezde olduğunu anlatmaya koyulurlar. Böylelikle Atatürkçülerin Atatürkçülük yapmalarına da engel olmaya çalışırlar. Ancak bunların tümü nafile çabalardır çünkü Atatürk’ün dediği gibi ‘Mazlum uluslar zalimleri bir gün mahvedeceklerdir’. İşte mazlum uluslar, zalimlere yani emperyalistlere karşı mücadelelerinde yollarına çıkan bu yeni Tanzimatçı, sağcı, işbirlikçi, Batı ajanlarını da bir gün mahvedecektir.

Ve o gün, bugündür.

Batı ajanları, ulusumuz içinde çok uzun yıllardır faaliyet yürütmektedirler. Bu ajanların öteden beri izledikleri metod, düzene kulluk etmek, uslu durmak, tüm karşı devrimcilerle işbirliği yapmak, Batıyı ürkütmemektir. Aslında bunlar Fethullahçıdırlar ve Atatürkçü saflara yine Fethullah taktikleriyle sızmışlardır.

Osmanlı’dan bugüne tüm sözde Islahat ve Tanzimat çabaları halka güvensizliğin yansımasıdır. Halkla birlikte değil, Batı ile birlikte yürümenin yoludur. Çünkü onlara göre yükselen Batı’nın yanında yer almak, gerekirse köpek olarak yer almak bile iyidir ve gelecek vaadeder.

Gerçek Atatürkçülük: Batı Gibi Değil, Kendi Gibi Olmak

Oysa Atatürk, Türk tarihinde bu anlamıyla bir kopuş çizgisinin adıdır. Düzen içi çözümleri reddeden devrimci bir çizgidir onunki. Ama daha da önemlisi Atatürk’ün başlangıç noktası Batı gibi olmak değil, kendi gibi olmaktır. Bu nedenle Atatürk, halkçı bir devrimcidir ve tüm Türk halkını etrafında toplayabilmesinin nedeni de halkın kendi enerjisini değerlendirmesidir. Türk halkı o nedenle Atatürk’le özdeşleşmiştir.

Hiçbir Islahatçı ve Tanzimatçı kafanın başaramadığı da budur. Onlar hep halka yabancı kalmışlardır. Atatürk ise hep halk olmuştur. Atatürk halkın içinde erir ve bir lider olarak parlarken, bu Islahatçı zevatın boyaları halkın içine girdikleri anda dökülüverir ve ajanlıkları hemencecik anlaşılıverir.

Bu kafa halka yabancıdır ve öyle kalmaya mahkum olduğu için de bunu çözümmüş gibi sunmaya çalışmaktadır. Yani halktan kopuk ve ona yabancı ama ‘iyi yetişmiş’, ‘seçkin’ kadrolardır ve bu kadrolar bir gün devleti ele geçireceklerdir. Bu kafa ‘iyi yetişen’lerin ancak memur olabildiğini, devlet yönetmek içinse biraz adam olmak gerektiğini bilmemektedir.

Halkla Birleşme, Düzenin Dışına Çıkma; Özüne Dönme Çizgisi

Atatürk’ün halkla birleşme ve düzenin dışına çıkma perspektifi kendi özüne dönme çabasının bir sonucudur ve kendi özüne dönen Türk toplumu Batıdan ve onun uygarlığından koparak bir şeyler başarmıştır. Cumhuriyet’in ilk ‘on yıl’ coşkusunun yansıttığı büyük devrimci atılım bu sayededir.

Bu, Batının yolu değil, ona karşı bir yoldur. Atatürk dönemi Türkiyesi mazlum dünyanın devrimci bir devleti olarak Batının karşısına dikilen bir devletti. Onun ekonomisini de, kültürünü de yurda sokmamıştı. Atatürk, Batı tarihine ve kültürüne değil, Türk tarih ve uygarlığına eğilmiş, onu diriltmeye çalışmıştı. Ekonomik sistem olarak da Batının kapitalizmine karşı halkçı-devletçi bir ekonomi modeli kurmuştu. Yani bütünüyle Batıya aykırı bir program.

Bizler bugün de aynı yola dönmekten yanayız. Atatürkçülüğü Batıcılık ve Batılılaşma olarak görmüyoruz. Atatürk hayatının hiçbir döneminde böyle bir amaç gütmedi. O, Türk ulusunun geleceğini yükselen Doğunun içinde buldu. Ancak ondan sonra gelen Batıcı kadro kendi Batıcı kafa yapılarına uygun bir Atatürk yaratmaya çalıştılar. Batılılaşma hikayesi işte ondan sonra piyasaya sürüldü. Yoksa Atatürk döneminde böyle bir söz dahi işitilemezdi.

Zaten Atatürk’ün tam bağımsızlık anlayışı, O’nun Batı karşıtlığını da içermektedir. Ve dikkat edilirse Atatürk’ü Batıcı gösterme çabaları, emperyalizme teslim olmanın, onun güdümüne girmenin gerekçesi olarak sunulmaktadır. Bu türden Atatürk yorumlarının kendisine dayanak alabileceği Atatürk’e ait ne bir söz, ne de bir eylem bulunabilir. Bunu bulamadıkları halde Atatürkçülüğü saptırmaya çabalamaktadırlar.

Emperyalizme uşaklık edecek bir zihniyet, Batıcı bir Atatürk’e mecburdur, ancak ne var ki Atatürk Batıcı değildir. Dolayısıyla Atatürk, sadece devrimcilerin referansı olabilir, emperyalizmin uşakları ise kendilerine referansı ancak Islahatçılarda, Tanzimatçılarda bulabilirler. Yani mandacılarda bulabilirler.

Ancak bu mandacılar, şunu da yaşayarak göreceklerdir, mandacıların karşısına ‘Ya İstiklal Ya Ölüm’ diye dikilecek, Türk gençliği hâlâ ayaktadır. Türk gençliğinin dayanak noktası Atatürk’ün kendisidir. Sivas Kongresi’nde Tıbbiyeli Hikmet’e ‘Müsterih ol evlat’ diyen Mustafa Kemal’den almaktayız gücümüzü. Atatürk Gençliği: Kapıkulu Değil, Devrimci!

Batıcı-sağ iktidarların Türk Devrimi’ne ihanet çizgisi, yukarıda açıklamaya çalıştığımız tezgâh sayesinde başarılı olabildi. Ancak Türk gençliği bugün olan biteni gayet iyi görebilmekte ve değerlendirebilmektedir.

Çözümü padişahta değil, Anadolu halkında gören bir anlayışla yola çıkan devrimci bir tarihin mirasçısıyız. Bu devrimci tarihi, düzenle barışık, statükocu göstermeye kimsenin gücü yetmez. Atatürk devrimciydi, bizler de devrimciyiz. Devrimci tarihimizden ödün vere vere ülkemizin ne hale geldiği de ortada.

Ancak düzenin kapıkulları devrimciliği öcü gibi göstermeye çalışarak, ‘aman uslu çocuklar olalım’ diyorlar. Öyle bir Atatürkçü gençlik yaratılmak isteniyor ki, emperyalizme boyun eğen, egemenlere boyun eğen, el öpen, önünü ilikleyen, kişiliksiz bir gençlik.

Ancak bu oyun da tutmayacak. Biz padişaha sığınmadan halka giden bir Anadolu İhtilali’nin gençleriyiz, yedi düvele başkaldırıp emperyalist orduları denize döken bir halkın evlatlarıyız. Bu tarihte, korkaklara, statükoculara, kapıkullarına yer yok. Bağımsızlık Savaşımızı da bu korkak tipler değil, Atatürk gibi devrimci insanlar verdi.

Atatürk gençliği, bugün de Anadolu İhtilali ruhuyla yaşamakta ve mücadele etmektedir. Kendine Atatürkçüyüm deyip de mücadeleden kaçanlar, Atatürkçülüğü devlet savunuculuğu olarak göstermeye çalışanlar bundan sonra bu oyunlarında başarılı olamayacaklar.

Batıcı-sağ iktidarların gençliği Atatürk’ten uzak tutma, marjinalleştirme çabalarını bilen ve bu oyuna gelmeyecek bilinçte bir gençliğimiz var artık.

Türk Devrimi’nin temel dayanağını Atatürkçülükte bulan, Türk Devrimi’nin temel dinamiği olan halk-gençlik-aydın-ordu birlikteliğini sağlamak için çabalayan ve bu birlikteliği baltalamaya çalışan her türlü girişimi sonuçsuz bırakacak, kısacası artık oyuna gelmeyecek bir gençliğimiz var.

O nedenle başlattığımız ‘mücadeleci Atatürkçülük’ dönemi, toplumdaki sahte saflaşmayı gerçek saflaşmaya dönüştürecek: Batıcı-sağ güçler ve onların kapıkulu ‘Atatürkçüler’ bir yanda, halk-gençlik-aydın-ordu bir yanda.

Batıcı Rejimin Meşruiyeti Yok, Çözüm Kuvayı Milliye

Türkiye dönüp dolaşıp gerçek saflaşmaya doğru yol almaktadır. Batıcı siyaset, bugün halkı temsil etme niteliğini yitirmiştir. Sağıyla soluyla bu böyledir. Siyaset halktan tümüyle kopmuştur ancak halkın kendini ifade edebileceği bir siyasal zemin de bulunmamaktadır.

Bu, halkın Kuvayı Milliye örgütlenmesine girişmesinin nesnel bir zorunluluk haline gelmesi demektir. Batıcı siyasete karşı tüm halk, genci ve aydınıyla elele vererek Kuvayı Milliye’yi örgütlemeye girişmek görevi ile karşı karşıyadır. Batıcı siyaset içi arayışlar bir vakit kaybı olmanın ötesinde siyasetin meşruluğunu sağlamaktadır. Bu meşruiyeti sağlayabilecekleri hiçbir fırsatı onlara sunmamak gerekir.

Batıcı siyaset halktan kopuktur, onu yıkmanın tek yolu ise tıpkı Atatürk’ün yaptığı gibi halkı seferber etmektir. Gençler bugün bu işe soyunmuşlardır ve bunda başarılı da olacaklardır.

Ancak Türk gençliğinin bu mücadelesinin tüm halk katmanlarının mücadelesi ile birleşmesi gerekmektedir. Bugün işçi, köylü, esnaf tüm halk içinde bir Kuvayı Milliye örgütlenmesine koyulmanın zamanı çoktan gelmiştir. İstanbul Meclisi’ne karşı Anadolu’yu mekan eyleyen Kuvayı Milliyeciler gibi bugün de Ankara’ya karşı tüm Anadolu’da Kuvayı Milliye örgütlenmesi başlamalıdır.

Bu halk kendi kendini yönetecek yeterlilik ve yetenektedir. Batıcı rejimlerce yönetilmeye reva değildir. Ve elbette kendi kaderine hükmetme hakkını da kullanacaktır.

Batıcı Güçlerin Oyununu Bozalım Atatürk’ü Halkla Buluşturalım

Türkiye’nin tüm Atatürkçü, ilerici, devrimci insanları artık bu gerçek saflaşmada yerlerini almak zorundadır. Bölünmenin değil birleşmenin, ayrılığın değil dayanışmanın zamanıdır. Türkiye için birşeyler yapmak isteyen herkes Atatürkçülüğü gerçek içeriği ile savunmak zorundadır.

Gardrop Atatürkçülüğüne karşı mücadeleci Atatürkçülük, Kuvayı Milliye hareketinin yol göstericisidir. Atatürk’e ve onun devrimci fikirlerine çok fazla ihtiyacımız olan bu dönemde, kurulacak tuzaklara karşı uyanık olmalıyız. Bugün en büyük tuzak, Batıcı bir Atatürkçülüğe saplanmaktır. Atatürkçülüğün halkın elinde bir güç haline gelmesini engelllemek isteyen Batıcı güçlerin bu yöndeki tüm çabalarını boşa çıkartmak ve Atatürkçülüğü halkla buluşturmak en önemli görevimizdir. O nedenle mücadeleci Atatürkçülük sıradan bir slogan değil, bir devrim programıdır.

Bugün mücadeleci Atatürkçülüğe karşı çıkan herkes en iyisinden Batıcı rejimin oyuncağıdır. Mücadeleci Atatürkçülük dalgası büyüyecektir. Türk halkı yüzyılın başında kullandığı kendi kaderine hükmetme hakkını bugün bir kez daha kullanacaktır.

Yeni Mandacılara Karşı Mücadeleci Atatürkçülük

Bu aşamada da ‘ılımlı’ sloganlar arkasına gizlenen sinsi mandacıların Atatürkçülüğü orasından burasından tahrif etme girişimleri olacaktır. O nedenle bu sinsi mandacılığa karşı uyanık olmalıyız. Atatürkçü safları bölerek bir kısmını Batıya angaje etme girişimlerine engel olmalıyız.

Mandacılar hep uslu çocuklar olmayı, hep boyun eğmeyi önerirler. Mandacılar hep düzenle uyumlu olmayı önerirler. Mandacılar hep güçlülere yanaşmayı, onların desteğini sağlamak için çalışmayı önerirler. Mandacılar hep halktan uzak durmayı, seçkinlere yönelmeyi önerirler. Mandacılar hep makul olmayı önerirler.

Kısacası mandacılar emperyalizmle uzlaşmayı önerirler. Onlar hep ‘çağın yeni gerçekleri’ diye emperyalizmi aklamaya çalışırlar. Onlar halktan değil, emperyalizmden öğrenirler. Çünkü onlar aslında bu halktan değildirler. Ruhuna ve ufacık beyinlerine emperyalizmin sömürgeci zihniyeti yerleşmiş Batı uşaklarıdırlar.

Atatürk’ü ondan bundan öğrenme devri kapanmıştır!

Tek kaynak Atatürk’ün kendi sözleri, kendi eylemi, kendi devrimidir!

Atatürk’ü kendi devriminden öğreneceğiz.

Ve Atatürk’ün devrimini sürdüreceğiz.


Atatürk
Sömürgecilik ve emperyalizm yeryüzünden yok olacak

Türkiye’yi ıslah etme bahanesiyle yönetime sızdılar

Hepiniz bilirsiniz ki, Avrupa’nın en önemli devletleri, Türkiye’nin zararıyla, Türkiye’nin gerilemesiyle ortaya çıkmışlardır. Bugün bütün dünyayı etkileyen, milletimizin hayatını ve ülkemizi tehdit altında bulunduran en güçlü gelişmeler, Türkiye’nin zararıyla gerçekleşmiştir. Eğer güçlü bir Türkiye varlığını sürdürseydi denebilir ki, İngiltere’nin bugünkü siyaseti var olmayacaktı. Türkiye, Viyana’dan sonra, Peşte ve Belgrad’da yenilmeseydi, Avusturya-Macaristan siyasetinin sözü edilmeyecekti. Fransa, İtalya, Almanya da, aynı kaynaktan esinlenerek hayat ve siyasetlerini geliştirmişler ve güçlendirmişlerdir.

Bir şeyin zararıyla, bir şeyin yok olmasıyla yükselen şeyler elbette, o şeylerden zarar görmüş olanı alçaltır. Gerçekten de Avrupa’nın bütün ilerlemesine, yükselmesine ve uygarlaşmasına karşılık, Türkiye gerilemiş, düştükçe düşmüştür. Türkiye’yi yok etmeye girişenler, Türkiye’nin ortadan kaldırılmasında çıkar ve hayat görenler, zararlı olmaktan çıkmışlar, aralarında çıkarları paylaşarak birleşmiş, ittifak etmişlerdir. Ve bunun sonucu olarak, bir çok zekalar, duygular, fikirler Türkiye’nin yok edilmesi noktasında yoğunlaştırılmıştır. Ve bu yoğunlaşma, yüzyıllar geçtikçe oluşan kuşaklarda adeta tahrip edici bir gelenek biçimine dönüşmüştür. Ve bu geleneğin, Türkiye’nin hayatına ve varlığına aralıksız uygulanması sonucunda, nihayet Türkiye’yi ıslah etmek, Türkiye’yi uygarlaştırmak gibi bir takım bahanelerle, Türkiye’nin iç hayatına, iç yönetimine işlemiş ve sızmışlardır. Böyle elverişli bir zemin hazırlamak güç ve kuvvetini elde etmişlerdir.

Avrupa’dan nasihat alma zihniyeti Türkiye’yi geriletti

Oysa bu güç ve kuvvet Türkiye’de ve Türkiye halkında olan gelişme cevherine, zehirli ve yakıcı bir sıvı katmıştır. Bunun etkisi altında kalarak, milletin, en çok da yöneticilerin zihinleri tamamen bozulmuştur. Artık durumu düzeltmek, hayat bulmak, insan olmak için, mutlaka Avrupa’dan nasihat almak bütün işleri Avrupa’nın emellerine uygun yürütmek, bütün dersleri Avrupa’dan almak gibi bir takım zihniyetler ortaya çıktı. Oysa hangi istiklal vardır ki yabancıların nasihatlarıyla, yabancıların planlarıyla yükselebilsin? Tarih böyle bir olay kaydetmemiştir; tarihte böyle bir olay yaratmaya kalkışanlar, zehirli sonuçlarla karşılaşmışlardır. İşte Türkiye de, bu yanlış zihniyetle sakat olan bazı yöneticiler yüzünden, her saat, her gün, her yüzyıl biraz daha çok gerilemiş, daha çok düşmüştür.

Vasilik ve himaye altına giren bir devlet bağımsızlığını yitirir. Egmenlik hakkı teslim olunamaz, ayrılık kabul edilemez. Bağımsızlık bir bütündür. Ya vardır, yok ise devletin kimliği ortadan kalkmış demektir.

Mandacılar diyorlar ki, bizi bağımsız bırakmayacaklar. Onlar ne düşünürlerse düşünsünler ortada bir gerçek var. Her ulus bir devlet halini alıyor ve bir Türk ulusu vardır. Bizi bağımsız bırakmazlar düşüncesi maneviyat bitkinliğinden doğan bir iman eksikliğidir. Bir an için kabul ve teslim edelim ki, bizi devlet olarak yaşatmayacaklar, o halde bunu biz mi isteyelim?

Ahmaklar, memleketi Amerikan mandasına, İngiliz koruyuculuğuna bırakmakla kurtulacak sanıyorlar. Kendi rahatlarını sağlamak için bütün bir vatanı ve tarih boyunca devam edip gelen Türk bağımsızlığını feda ediyorlar.

Oh ne ala! Mücadele yerine mandayı kabul edeceğiz ve rahata kavuşacağız! Bu ne gaflet, bu ne körlük, bu ne budalalık. İstanbul’un yüce kişileri de bu fikirde. İçlerinden biri çıkıp da ya istiklal ya ölüm diyemiyor.

Batıya yaklaştığımızı zannettiğimizde asıl mayamız olan Doğu maneviyatından soyutlanıyoruz

Kurtuluş için, bağımsızlık için eninde sonunda düşmanla, bütün varlığımızla vuruşarak onu yenmekten başka karar ve çare yoktur ve olamaz.

Ordu ile, savaş ile, inat ile bu işin içinden çıkılamaz biçimindeki kaynağı dışarda bulunan öğütlere uymakla bir vatan, bir ulus bağımsızlığı kurtarılamaz. Emperyalistlerin pençesine düşen bir kuş gibi yavaş, sefil bir ölüme mahkum olmaktansa babalarımızın oğlu sıfatıyla vuruşa vuruşa ölmeyi tercih ederiz.

Bunun tersini düşünerek hareket edeceklerin, acılı sonuçlarla karşılaşacakları kuşkusuzdur. İşte böyle yanlış görüşlü, yanlış anlayışlı kişiler yüzünden Türkler her yüzyıl biraz daha gerilemiş, biraz daha çökmüştür.

Bu düşüş, bu alçalış, yalnız maddi şeylerde olsaydı, hiçbir önemi yoktu. Ne yazık ki, Türkiye ve Türk halkı, ahlak bakımından da düşüyor. Durum incelenirse görülür ki Türkiye Doğu maneviyatı ile sona eren bir yol üzerinde bulunuyordu. Doğuyla Batının birleştiği yerde bulunduğumuz, Batıya yaklaştığımızı zannetiğimiz taktirde asıl mayamız olan Doğu maneviyatından tamamıyla soyutlanıyoruz. Hiç şüphesizdir ki, bu büyük memleketi, bu milleti çöküntü ve yok olma çıkmazına itmekten başka bir sonuç beklenemez bundan.

Bu düşüşün çıkış noktası korkuyla, aczle başlamıştır. Türkiye’nin, Türk halkının nasılsa başına geçmiş olan bir takım insanlar, galip düşmanlar karşısında, susmaya mahkummuş gibi, Türkiye’yi atıl ve çekingen bir halde tutuyorlardı. Memleketin ve milletin çıkarlarının gerektirdiğini yapmakta korkak ve mütereddit idiler. Türkiye’de fikir adamları, adeta kendi kendilerine hakaret ediyorlardı. Diyorlardı ki, “biz adam değiliz ve olmayız. Kendi kendimize adam olmamıza ihtimal yoktur”. Bizim canımızı, tarihimizi, varlığımız, bize düşman olan, düşman olduğundan hiç şüphe edilmeyen Avrupalılara, kayıtsız şartsız bırakmak istiyorlardı. Onlar bizi idare etsin diyorlardı.

Türkiye’yi böyle yanlış yollarda boğulma ve yok olma uçurumuna sürükleyenlerin elinden kurtulmak gerekir. Bunun için bulunmuş bir gerçek vardır, ona uyacağız. O gerçek şudur: Türkiye’nin düşünen kafalarını büsbütün yeni bir inançla donatmak... Bütün ulusa sağlam bir maneviyat kazandırmak.

Evet, bizim yabancı düşmanı olduğumuz söylenebilir

Eğer yabancı düşmanlığından o kadar pahalı elde edilen bir bağımsızlığa gölge düşürebilecek her şeyden nefret etmek anlamı çıkarılırsa, evet, bizim yabancı düşmanı olduğumuz söylenebilir. Size açıkça söyledim, sonuna kadar açık sözlü olacağım. Henüz güvencemiz yerinde değildir. Evvelce Türkiye’deki yabancı teşebbüslerinin, yabancı amaçlarının içimizde uynadırdığı kaygılar, bütünüyle ortadan kalkmış değildir. Eğer bazen ihtiyatlı hareket ediyorsak, aşırı derecede kuşkulu davranıyorsak, bize çok pahalıya malolan özgürlüğümüzü kaybetmek korkumuzdandır.

Yüzyılardır düşmanlarımız Avrupa ulusları arasında Türklere karşı kin ve düşmanlık fikirleri telkin etmişlerdir. Batılı zihinlerine yerleşmiş olan bu fikirler özel bir zihniyet vücuda getirmişlerdir. Avrupa’da bugün de Türk’ün her türlü ilerlemeye düşman bir adam olduğu, moral ve fikir yönünden gelişmeye elverişsiz bir adam olduğu sanılmaktadır. Bu zihniyet hâlâ ve bütün olaylara rağmen mevcuttur. Bu çok büyük bir yanılgıdır. Cevabımı basitleştirmek için size şu örneği vereceğim: Farz ediniz ki, karşınızda iki adam var, bunlardan biri zengin ve emrine her türlü araç verilmiş, diğeri ise yoksul ve elinde hiçbir araç yok. İkincinin, bu araç gereç yoksunluğundan başka birinciden hiçbir eksikliği yoktur. İşte Avrupa ile Türkiye birbirine karşı bu durumdadır. Bizi aşağı olmaya mahkum bir halk olarak tanımakla yetinmemiş olan Batı, yıkılmamızı çabuklaştırmak için ne yapmak lazımsa yapmıştır. Batı ve Doğu zihinlerinde birbirine karşıt iki ilke söz konusu ise, bunun en önemli kaynağını bulmak için Avrupa’ya bakmalı. İşte Avrupa’da aralıksız mücadele ettiğimiz zihniyet budur.

Yerine getirdiğimiz görevin esas ruhu tam bağımsızlık!

Bizim huzur ve tatbik kabiliyeti gördüğümüz siyasi meslek, milli siyasettir. Dünyanın bugünkü umumi şartları ve yüzyılların dimağlarda ve karakterlerde topladığı hakikatler karşısında hayale kapılmak kadar büyük hata olmaz. Tarihin ifadesi budur, ilmin, aklın, mantığın ifadesi böyledir. Milletimizin kuvvetli, mesut ve müstekar yaşayabilmesi için, devletin tamamıyla milli bir siyaset takip etmesi ve bu siyasetin iç teşkilatımıza tamamiyle uygun olması ve ona dayanması lazımdır. Milli siyaset dediğim zaman kastettiğim mana şudur: Milli sınırlarımız içinde herşeyden önce kendi kuvvetimize dayanarak varlığımızı koruyup memleketin iç saadet ve imarına çalışmak!

İstiklali tam, bizim bugün, yerine getirdiğimiz görevin esas ruhudur. Bu görev, bütün millete ve tarihe karşı yerine getirilmiştir. Bilgin, bilgisiz, bütün halkımız belki içindeki zorlukları tamamiyle anlamaksızın, bugün yalnız bir nokta çevresinde toplanmış ve sonuna kadar kanını akıtmaya karar vermiştir. O nokta, tam bağımsızlığımızın sağlanması ve sürdürülmesidir. Tam bağımsızlık denildiği zaman elbette siyasal, parasal, ekonomik, yasal, askeri, kültürel ...vb her yönde tam bağımsızlık ve serbestlik demektir. Bu saydıklarımızın herhangi birinde bağımsızlıktan yoksunluk ulusun ve memleketin, gerçek anlamda bütün bağımsızlığından yoksun olması demektir.

Biz bunu sağlamadan ve elde etmeden barışa ve esenliğe erişeceğimiz kanısında değiliz. Görünüş ve yöntem bakımından barış yapabiliriz, anlaşma yapabiliriz, ama tam bağımsızlığımızı sağlayamayacak olan bu gibi barışlar ve anlaşmalarla ulusumuz hiçbir zaman canlılığa ve esenliğe erişmeyecektir. Belki, silahlı çarpışmasını bırakarak yıkıma sürüklenmeye yolaçmış olacaktır. Eğer ulusumuz bunu kabul etseydi, kabul edecek nitelikte bulunsaydı, iki yıldan beri savaşmak hiç de gerekli değildi.

Türkiye’nin savunduğu bütün mazlum milletlerin davası

Biz hakkımızı korumak, bağımsızlığımızı güven altına almak için, toptan bizi mahvetmek isteyen emperyalizme karşı milletçe savaşmayı uygun gören bir doktrini izleyen insanlarız. Biz Batı empeyalistlerine karşı bağımsızlığımızı korumakla kalmıyoruz. Aynı zamanda Batı emperyalistlerinin güçleri ve bilinen her vasıtası ile Türk ulusunu emperyalizme araç olarak kullanmak isteyenlere engel oluyoruz. Bununla bütün insanlığa hizmet ettiğimize inanıyoruz

Türkiye’nin bugünkü mücadelesinin yalnız Türkiye’ye ait olmadığını bütün arkadaşlarımız, ifade etmiş iseler de bunu bir defa daha teyit etmek lüzumunu hissediyorum. Türkiye’nin bugünkü mücadelesi yalnız kendi nam ve hesabına olsaydı belki daha kısa, daha az kanlı olur ve daha çabuk bitebilirdi. Türkiye azim ve mühim bir gayret sarfediyor. Çünkü müdafa ettiği, bütün mazlum milletlerin, bütün şarkın davasıdır. Ve bunu nihayete getirinceye kadar Türkiye kendisiyle beraber olan şark milletlerinin beraber yürüyeceğinden emindir.

Bütün vatandaşlarım tarafından da paylaşılan kanaatim şudur ki, zulüm altında tutulan Asya ve Afrika halkları ile Batıdaki işçiler uluslararası kapitalizmin kendilerini, efendilerinin çıkarları için istismar etmek gayesiyle sabırlarını suistimal ettiklerini anladıkları ve çalışan kitleler tarafından sömürgeci siyasetin meşum tesirinin bilincine varıldığı zaman, burjuva sınıfının kuvveti ortadan kalkacaktır. Sovyetler Birliği’nin Avrupa işçileri üzerindeki yüksek manevi otoritesi ve Müslüman dünyasının Türk milletine olan bağlılığı, şimdiye kadar cehalet ve uyuşukluklarının neticesi olarak itaatleri sayesinde sömürgeci kuvvetini desteklemiş olan herkesi Batı emperyalistlerine karşı birleştirmeye samimi dostluğumuzun kafi geleceğini bize açık şekilde göstermektedir.

Sömürgecilik ve emperyalizm yeryüzünden yok olacak

Şarktan şimdi doğacak olan güneşe bakınız!

Bugün günün ağardığını nasıl görüyorsam, uzaktan bütün şark milletlerinin de uyanışlarını öyle görüyorum. İstiklal ve hürriyetine kavuşacak olan çok kardeş millet vardır. Onların yeniden doğuşu, şüphesiz ki terakkiye ve refaha müteveccih olacaktır. Bu milletler bütün güçlüklere ve bütün engellere rağmen muzaffer olacaklar ve kendilerini bekleyen geleceğe ulaşacaklarıdır.

Sömürgecilik ve emperyalizm yeryüzünden yok olacak ve yerlerinde milletler arasında hiçbir renk, din ve ırk farkı gözetmeyen yeni bir ahenk ve işbirliği çağı hakim olacaktır.


Gökçe Fırat
19 Mayıs’ta Atatürk çözümünü hatırlamak:
Devrim yapıp vatanı kurtarmak

Ölüsüne saygısızlık olur; hükümet devam etsin

Farkında mıyız; her kriz döneminde aynı tartışmaları yaşıyoruz. Başbakanın açıklaması hep aynı: Benim dışımda bir başbakan seçeneği yok, o yüzden görevimin başındayım, görevi devretmem. Hükümetin açıklaması hep aynı: Hükümet uyum içinde, ülkede istikrar var, istikrarı bozmak olmaz, hükümet istifa edemez. Tekelci basının açıklaması hep aynı: Türkiye seçimle vakit kaybetmemeli, istikrarı bozmamalı, o nedenle hükümet göreve devam etmeli.

Son üç yıldır hükümet, ülkeyi krizden krize sürüklüyor, ekonomiyi 10 yıl önceki düzeyine geriletiyor, ulusal bütünlüğümüzü ilk defa bu kadar tartışılır hale getiriyor, ama ben tartışılmam diyor; görevime devam edeceğim. Neredeyse, Başbakan ölse, olsun onun ölüsüne saygısızlık olur, hükümet devam etmeli diyecekler!

Çürük yabancıları bize kakalıyorlar

Ancak bunun böyle gitmeyeceğinin farkında olanlar ya da en azından böyle gitmezse ne yaparız diye başka formül düşünenler de var.

Kemal Derviş’ten sonra Mehmet Ali Bayar’ın da Amerika’dan transferi böyle bir düşünceyle yapıldı. Ancak bu transferlerle de geminin yürümemesi ihtimali çok güçlü olduğu için seçim sistemini değiştirme ve iki turlu yapma tartışmaları sürüyor. Peki tüm bu tartışmalar nerede yapılıyor? Elbette büyük medyamızda. Çünkü bu ülkeyi yönetecekler, önce orada seçiliyor.

Peki söyler misiniz bu siyasetin, futboldan bir farkı kaldı mı? Futbolda da aynı büyük medyanın köşe yazarları futbolcuları seçip, kadroyu kurup, takımın nasıl oynayacağını belirlemiyor mu?

Ama daha kötü bir benzerlik, siyasetin, Fenerbahçe gibi, hep yanlış ve çok sayıda yabancı transfer etmesi, sonra o yanlış yabancılara göre sahaya çıkıp, tekrar tekrar düzen değiştirmek zorunda kalması. Fenerbahçe de yılardır bir sürü yabancıyı böyle trasfer eder, hatta çoğunu Türk yapar, ama sahaya çıkınca bunların futbolcu olmadıkları, birilerinin Fenerbahçe’yi fena kazıkladığı ortaya çıkar. Şimdi Fenerbahçe’nin transferleri ile siyasetin transferlerini yanyana koyun ve karşılaştırın, acaba birileri sadece Fenerbahçeyi mi kazıklıyor?

Yabancı transferin gemiyi yüzdürmeye yetmeyeceğini aslında bal gibi biliyorlar. Yoksa barajı düşürmeyi değil yükseltmeyi, iki, üç turlu seçimi değil tek turlu ve hatta erken seçimi isterler. Ancak sandıkta alacaklarını bildikleri için düşük baraj, çok tur istiyorlar. Olsun, barajı da düşürseler turları da çoğaltsalar, vatandaştan sandıkta alacakları değişmeyecek. O seçimin ertesinde oturup ne aldıklarını Sabancı ile tartışırlar.

19 Mayıs töreninde bir genç çıkar da...

Tüm bu boş ve gereksiz tartışmalar içinde yeniden bir 19 Mayıs geliyor. Gelsin 19 Mayıs resepsiyonları, mesajları, baloları, törenleri...

Düzen, 19 Mayıs’ta Atatürk’ü anacak, gençlere de bayram yaptıracak!

Peki bu törenlerde bir genç çıkar da kazara şu satırları okumaya kalkarsa: “Memleketin yaşadığı vahim anları size söylemeye gerek görmüyorum. Memlekete yabancı nüfuz ve hakimiyeti kısmen ve fiilen girmiştir. Hürriyet olmayan bir memlekette ölüm ve çöküntü vardır. Tarih bugün biz evlatlarına bazı büyük vazifeler yüklüyor. İstibdat ile mücadeleye başladık. Sizden fedakârlık bekliyorum. Kahredici bir istibdada karşı ancak bir devrimle cevap vermek ve köhneleşmiş olan çürük idareyi yıkmak, milleti hakim kılmak, vatanı kurtarmak için sizi vazifeye davet ediyorum”

Evet bu satırlar Mustafa Kemal’in. 1906 yılında sürgünde arkadaşlarıyla kurduğu bir gizli örgüt toplantısında yaptığı konuşma. Yani Bağımsızlık Savaşı’nı başlatmadan tam 13 yıl önce.

Düzenin sahipleri bu tür sözlerle karşılaşacaklarını pek düşünmezler, çünkü onlar Atatürk’ü halktan, hele hele gençlerden özenle saklarlar. İsterler ki Atatürk ne yaptı bilinmesin. Geçtik Atatürk’ün devrime çağıran sözlerini, bugün, 19 Mayıs’ın Türk Ulusal Bağımsızlık Savaşı’nın başlangıç tarihi olduğu unutulmuştur.

Devam edelim mi Atatürk’ü anmaya?

İşte o derece hazin bir durum içindeyiz.

Düzen sahiplerinin tartıştığı şeyleri bir hatırlayalım hele; ülkeye daha çok yabancı sermaye gelsin, Avrupa Birliği’ne girelim, girmek için istedikleri her şeyi yapalım, gerekirse Kıbrıs’ı da verelim, isterlerse Güneydoğu onların olsun, Amerika’ya inanalım, Avrupa’ya güvenelim, halka baskı uygulayalım, aman seçim yapmayalım, koltuklarımızdan kalkmayalım...

Ve sonra da Atatürk’ün şu sözlerini:

“Mandacılar diyorlar ki, bizi bağımsız bırakmayacaklar. Bizi bağımsız bırakmazlar düşüncesi maneviyat bitkinliğinden doğan bir iman eksikliğidir. Bir an için kabul ve teslim edelim ki, bizi devlet olarak yaşatmayacaklar, o halde bunu biz mi isteyelim?

Ahmaklar, memleketi Amerikan mandasına, İngiliz koruyuculuğuna bırakmakla kurtulacak sanıyorlar. Kendi rahatlarını sağlamak için bütün bir vatanı ve tarih boyunca devam edip gelen Türk bağımsızlığını feda ediyorlar.

Oh ne ala! Mücadele yerine mandayı kabul edeceğiz ve rahata kavuşacağız! Bu ne gaflet, bu ne körlük, bu ne budalalık. İstanbul’un yüce kişileri de bu fikirde. İçlerinden biri çıkıp da ya istiklal ya ölüm diyemiyor.”

Devam edelim mi Atatürk’ü anmaya?

Ya bu sözlere ne demeli:

“Kurtuluş için, bağımsızlık için eninde sonunda düşmanla, bütün varlığımızla vuruşarak onu yenmekten başka karar ve çare yoktur ve olamaz. Ordu ile, savaş ile, inat ile bu işin içinden çıkılamaz biçimindeki kaynağı dışarda bulunan öğütlere uymakla bir vatan, bir ulus bağımsızlığı kurtarılamaz. Emperyalistlerin pençesine düşen bir kuş gibi yavaş, sefil bir ölüme mahkum olmaktansa babalarımızın oğlu sıfatıyla vuruşa vuruşa ölmeyi tercih ederiz.”

Akdeniz’de görüşmek üzere

19 Mayıs’ı Atatürk gençlere bayram olarak hediye etmişti. Atatürk, Cumhuriyet’i de gençlere emanet etmişti. Ama O’nun ölümünden sonra iktidarı gaspedenler ne Cumhuriyet’i gençlere bıraktılar ne de 19 Mayıs’ta kutlayacak bir bayram.

Ama onlar hâlâ pişkin pişkin sırıtıyorlar; olsun çocuklar, biz vatanı Avrupalılara satarken siz bayramınızı kutlayın. Pijamalı başbakandan sıkıldınızsa size tişörtlü Derviş’i verelim. O da olmadı, kravatsız Mehmet Ali’yi.

Sonra hepsi Anıtkabir’de sıraya girip Ata’nın huzuruna çıkacak ve O’nun izinde olduklarını söyleyecekler.

Biz de inanacağız!

Sandıkta görüşürüz demiyoruz. Çünkü iş sandık işi olmaktan çıkmış durumda. Seçimler sizin olsun. Kaç turlu isterseniz yapabilir, istediğiniz kadar tur atabilir, istediğiniz kadar dönebilirsiniz. Ama bu milletin seçim bekleyecek hali kalmadı. Zaten seçimlerle düzelecek bir şey de kalmadı.

19 Mayıs, tam da bu gerçeği bir kez daha hatırlatıyor bize. İstanbul’u terk etmenin, gemileri yakmanın, Samsun’a çıkıp Kurtuluş Savaşı’nı başlatmanın çağrısıdır 19 Mayıs.

Devrim yapıp vatanı kurtarmanın çağrısıdır 19 Mayıs.

Vahdettinlerin sürü sürü çoğaldığı bu memlekette Mustafa Kemallerin çıkmayacağını sanıyorsanız yanılıyorsunuz.

Dumlupınar’da, Sakarya’da, Akdeniz’de görüşmek üzere...


Ali Özsoy
ADKF,
Mücadeleci Atatürkçülük Dönemini Başlatıyor

Ekim 2000’deki Kuruluş Kurultayı'ndan bugüne, çok kısa bir zaman geçmiş olmasına rağmen, Atatürkçü Düşünce Kulüpleri Federasyonu (ADKF) yeni bir bakış açısı ve anlayışla Türkiye siyaset sahnesine ilerici dinamikleri çıkardığını gösterdi. Türkiye'nin çalkantılı bir döneme girdiği ve büyük değişimlere gebe kaldığı bir zamanda yaşıyoruz.

Tepki Atatürkçülüğünden Siyasi Mücadeleye

Bugün gelinen noktada, küreselleşme adı altında, emperyalizmin, işbirlikçi güçlerinin ve gericiliğin Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyet Devrimi'yle ilk defa topyekün, tarihsel bir hesaplaşmaya girdiğini görüyoruz. Dolayısıyla Atatürkçülük'ün geçmişte iyi şeyler yapmış bir akım gibi bir yanılsama içinde ele alınamayacak kadar emperyalizmin güncel saldırılarının muhattabı olduğunu görüyoruz.

1990'lar aynı zamanda Türkiye'de milyonlarca insanın bu saldırıya karşı yeniden harekete geçtiği yıllardır. Uğur Mumcu'nun katledilmesi, Sivas'taki gerici ayaklanma, katliam ve şeriatçı hareketin iktidarı talep eder boyuta gelmesi, üniversitelerde de önemli bir hareketliliğin kaynağı olmuştu. 12 Eylül rejiminin sistemli olarak bastırdığı yurtsever, ilerici gençlik, gericiliğin ve faşizmin kalesi haline getirilen üniversitelerde, bu gericileşme sürecine yeni bir yapılanmayla, tepki örgütleriyle karşı koymaya başladı.

Bu örgütlenmeler ADK ve ADT'lerdi. Hemen hemen Türkiye'nin bütün üniversitelerinde gençlerin kendiliğinden, örgütsüz ama kitlesel bir hareketliliğiyle kuruldu ADK'lar. Ortak özellikleri Türkiye'nin 50 yıldır sokulduğu bağımlılık ve gericileşme sürecine, tepkisel direniş odakları olarak çıkmalarıydı. İlk başta şeriat tehlikesine karşı laiklik vurgusuyla kendini gösteren bu tepki, kısa süre içerisinde bağımsızlık vurgusunu ve antiemperyalizmi de ön plana çıkardı.

Hareketin bu denli kendiliğinden, örgütsüz olmasına karşın, bu kadar yaygın ve kitlesel olabilmesi, iki gerçeği gösteriyor. Birincisi, Türk gençliğinin sürece olan tepkisinin boyutu. İkincisi ise, bu ülkede yıllardır eksik olan ve Türkiye'nin siyasi çözümsüzlüğünün de nedenlerinden biri olan yurtsever, ilerici, devrimci bir gençlik hareketinin doğal kaynağının ADK'lar olduğu.

Bağımsız, laik, demokratik bir Türkiye mücadelesi için gençliğin doğal örgütlenmeleri olarak ortaya çıktı ADK'lar. Ama bugüne kadar yaşanan temel sorun, bu tarihi rolün ve misyonun ADK'lı öğrenciler ve ADK'larca yeteri kadar iyi kavranamamış olmasıydı. Bu nedenle çıkış noktasındaki tepkisellik boyutu uzun süre aşılamadı. Hatta bu seviyenin dahi altına inildiği, ADK'ların siyasileşemediği, basit kulüpçülük ve hobi etkinilikleri düzeyine kadar gerilediği görüldü. Dolayısıyla hedeflenen mücadeleden kopulan ve doğal olarak cılızlaşılan bir dönem yaşandı.

Bu dönem, gençliğin uzun süredir siyasetten uzak olmasının da sebep olduğu bir geçiş dönemi olarak da değerlendirilebilir. Ama gereğinden fazla uzadığı da artık gün gibi ortadaydı. ADKF işte tam da bu dönemin sona erdiğinin en açık göstergesidir. Birkaç öncü ADK'nın hareketiyle başlayıp kısa sürede tüm Anadolu'ya ve bütün ADK'lara yayılan ADKF iki önemli adım attı: Birleşme ve siyasileşme.

Birleşmenin amacı, artık daha fazla ses çıkarmak veya kalabalık yaratmak değil, Atatürk Gençliği'nin, Türkiye'yi yeniden bağımsız, laik, demokratik bir ülke haline getirmek için örgütsel bir güç oluşturma ve mevcut gerici düzeni değiştirme iradesini oluşturmaktı. Siyasileşmek ise tepkisellik düzeyinde bir siysaset değil, Türkiye'nin tüm sorunlarına çözüm bulma ve ülkenin içine girdiği bunalımı devrimci bir atılımla aşma iddiasıydı.

Her şeyden önce Atatürkçülük, bir tören giysisi, geçmişte yapılan olumlu şeylere dair tatlı bir anı olamaz. Kemalizmin tarihi, siyasi mücadeledir. Bu siyaset ise devrimci, antiemperyalist, aydınlanmacı, mücadeleci bir pratik ve düşünceden oluşur.

Yeniden toplumsal mücadelenin hedeflenmesi ve geçmişin tüm olumlu mirasının sahiplenilmesi, Atatürkçülük'e yüklenilmek istenen tüm düzen içi anlamları ortadan kaldırmaktadır. Kurtuluş Savaşı'nın ve Cumhuriyet Devrimi'nin hedeflediği ve önemli ölçüde ulaştığı bağımsızlık, laiklik ve demokrasi, Türkiye'nin bugünkü düzeninin tam tersidir. Bugünkü toplumsal mücadele ve Türkiye'nin siyasi ve ekonomik durumu bize devrimciliğin ve düzen karşıtlığının gerekliliğini çok açık gösteriyor.

Mücadeleci Atatürkçülük

Atatürk'ün, gençliğinin ilk yıllarından itibaren bir yurtsever ve devrimci olarak en önemli özelliklerinden biri, mücadeleci kimliği, haksızlıklara ve halkın içine düşürülmüş olduğu duruma tahammülsüzlüktü. Bugün, Atatürk'ü örnek alan gençlerin her şeyden önce bu mücadeleci yanını örnek alması gerekiyor.

Mücadele her şeyden önce doğru bir bilinç ama bununla beraber bu doğru tarihsel ve toplumsal bilincin yüklediği bir çalışma azmi, iradesi ve cesareti gerektirir. Mücadelelecilik bilinci; varolanı kabul etmemek, düzenle barışık olmamak, emperyalizm ve gericilikle sonuna kadar toplumun her alanında savaşmayı gerektirir.

50 yıllık karşıdevrim süreciyle, ülkemiz artık ne bağımsız, ne laik, ne de demokratikdir. Halkın sömürüldüğü ve yoksullaştığı, ABD Başkanı'nın Telekom'un satılması için mektuplar yazdığı, ülkenin her beş yıl on yılda bir IMF'ce gönderilen prenslerin "kurtarıcı" ellerine bırakıldığı bir ortamdayız. Ve bu ortamda, bu düzenle barışık yaşayan, bu düzen içerisinde bu halkın onurlu bir yaşam süreceğine kanabilen, bu düzenden medet uman tüm bunların yanında Atatürk'ün mavi gözlerine methiyeler döküp şiirler okuyarak onun yolunda yürüdüğünü iddia edenlerin samimiyetine güvenilemez. ADKF, bu durumu kabul etmeyen bir bilinçle yola çıkıyor.

Örgütlenme alanı olan her üniversitede ve tüm ülke sathında varolan durumu değiştirme bilinci, tüm pratiğimizi etkiledi. Kampüslerde, amfilerde, gericiliğin ve Cumhuriyet düşmanlığının egemen olduğu üniversitelerimiz artık yeni bir solukla ADK'lı öğrencilerin duvar gazeteleri, bildirileri, afişleri, yayınları ile aydınlanıyor. Her kampüste egemenlik kurduğunu iddia eden ve Atatürkçü, ilerici, devrimci gençleri bastırmaya çalışan siyasi güçler hem öğrenciler hem de okul yönetimleri aşamasında güçlerini yitiriyor ve kararlı mücadelemizle yüzyüze geliyorlar.

Artık üniversitelerimizi özelleştirme ve gericileştirme yoluyla teslim almak isteyen küreselleşme sürecine karşı direnen, Öğrenci Konseyleri'nde öğrencilerin haklarını ve üniversitede demokrasiyi savunan, üniversiteye uygulanan ırkçı ve gerici baskılarla ne pahasına olursa olsun mücadele eden bilinçli bir öğrenci hareketi yükseliyor. Gericiliğin ve faşizmin kalesi olarak bilinen her kampüste ise gün geçmiyor ki ADK'lar ortaya çıkmasın ve ADKF değişmez denen dengeleri, nesnellikleri sarsmasın.

Ancak mücadelemiz elbette akademik alanla sınırlı değil. Tersine, akademik mücadele Türkiye için mücadeleye tabii. Artık Atatürk Gençliği, IMF hizmetkarı hükümetlerce kapatılmak istenen tersanelerin önünde Türk işçisiyle beraber, yoksulluğa ve emperyalizme teslim edilmek istenen emekçi halkımızla beraber IMF reçetelerine karşı alanlarda, gericilik tarafından katledilen aydınlarımızın izinden milyonların geldiğini göstermek için sokaklarda.

Ve tüm bu mücadelenin tepkisellik ve sıradan militanlığın ötesinde fikirsel, ideolojik bir mücadeleyle yönlenen bilinçli bir tarihe müdahale olduğunu gösteren İleri dergisi. Türkiye'de artık 2. Cumhuriyetçiliğin, neoliberalizmin, yeni mandacılığın, gericiliğin ideolojik egemenliğinin Atatürkçü, ilerici, devrimci alternatifi teorik bir duruş ve halka öncülük edecek pusula, İleri dergisiyle inşa edilmekte. Bu süreç bizzat gençliğin Türkiye'nin ilerici aydın birikimiyle omuz omuza girdiği çabayla ilerliyor.

ADKF'yi bazı kesimler aşırı militan buluyor, çalışmalarını kendileri için cesaret edilemez nitelikte zor ve tehlikeli görüyor. Aynı kesimler İleri dergisinin başarılarına ise inanamadıkları için temkinli yaklaşıyor. İşte bu kesimlerle temel farkımız doğru bilinç ve devrimci iradeyle halkın bitmez tükenmez yaratıcı potansiyelini birleştiren her hareketin tarihe devrimci bir tarzda müdahale edebileceğini bilmemizdir. Bu hem bir bilinç hem de bir istek, yani bir tercih meselesidir.

Biz ise tercihimizi hep çalışmaktan, daha fazla, daha fazla çalışmaktan yana yapmış gençleriz. O nedenle bizim için inanılmaz, ulaşılmaz, cesaret edilemez hedefler olamaz. ADKF, kendi pratiğini Atatürk'ün içinden çıktığı Jön Türk'lerin, Kurtuluş Savaşı gençliğinin, 1960 ve 1968 gençliğinin mücadeleci mirasına dayandırıyor. Bu kuşakların değişmeyen özelliği ise mücadelecelik, halkına ve ülkesine adanmış bir hayat, yurtseverlik ve devrimcilik.

Devrimcilik

Artık Türkiye'de devrimcilik ve Atatürkçülük birbirinden ayrı tutulmak istenen iki kavram olamaz. 12 Mart ve 12 Eylül Amerikancı darbeleri, emperyalizmin kaşısındaki esas büyük tehlikenin halkın devrimci hareketinin Atatürk'ün bıraktığı mirasa dayanarak bağımsızlık ve demokrasi yolunda engellenemez bir güçle ilerlemesi olduğunu gördü. Bu iki darbenin halk üstünde uyguladığı baskılar kadar önemli bir yanı Atatürkçü, ilerici, devrimci kesimlerde oluşturabildiği ideolojik tahribattı.

Bu dönemde Türkiye'de iki ucube yaratıldı. Bunlardan biri halkın sorunlarıyla ilgilenmeyen, halktan kopuk, bağımsız ve demokratik bir ülke için mücadele etmeyen, düzenle barışık, Kemalizmi tutuculuk ve emekçilere karşı bir akım olarak algılayan bir cins "Atatürkçülük". Ne kadar karşı olduklarını söyleseler de bu "Atatürkçülük" tanımının sınırları içinde kalanlar "Kenan Evren Atatürkçülüğü" yapmaktadır.

İkinci ucube ise yine halktan kopuk, marjinal bir radikallik peşinde koşan, ülkenin tüm ulusal ve devrimci tarihine ve değerlerine yabancı, Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyet Devrimi'nin kazanımlarını önemsemeyen, savunmayan hatta düşman kabul eden sözde bir "devrimcilik" anlayışı.

ADKF Amerikan icadı bu iki ucubenin Türkiye'deki yozlaştırıcı etkilerini ortadan kaldırıyor. Artık Atatürk'ün devrimlerinin, Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyet Devrimi'nin, Türkiye'nin bugünkü devrimci ihtiyaçları, yani bağımsızlık ve demokrasi için halkın mücadelesinin yükseltilmesinin en büyük güç kaynağı olduğu bir dönemdeyiz. Halkın, devrimci tarihi ve mirasına sarılması, onun bugünkü devrimci potansiyelinin de açığa çıkmasının işaretidir. ADKF bu gücü açığa çıkartma tarihsel misyonunun da örgütüdür.

Halkla Birleşme

Küreselleşmenin saldırlarına tek cevap olabilir. Bu da emperyalizmin ve işbirlikçilerinin çıkarlarının değil, ulusal çıkarların, kamunun, emekçilerin ihtiyaçlarının karşılandığı, bağımsız bir ekonomi ve halk kesimlerinin gerçekten demokratik iktidarı. Atatürk'ün devrimlerini savunmanın, ilerletmenin ve tamamlamanın bunu gerçekleştirebilecek tek toplumsal güç olan toplumun emekçi kesimleriyle kucaklaşmaktan ve mücadelelerine katılmaktan geçtiği ortadadır. ADKF, IMF'ye ve emperyalizmin sömürgeleştirme politikalarına karşı işçisi, memuru, köylüsü, esnafı, ulusal üreticisiyle direnen halk kesimlerinin iktidarını bu bilinçle savunur. Bu anlamda solun tarihi tanımına sahip çıkmaktayız.

Sol, tarihte ilericiliğin, halkın ilerleyen toplumsal yapıdaki çıkarlarının savunuculuğun adıdır. 20. yy'da emperyalizm çağı koşullarında, emperyalizme karşı kendi ulusal bağımsızlıkları ve onurlu yaşamları için ortaya çıkan ezilen halkların mücadelesi tarihin ilerletici ana unsuru olarak belirdi. Tarihin emperyalizme karşı ilk başarılı Kurtuluş Savaşı'na önderlik eden, Cumhuriyet Devrimi'yle bunu pekiştiren ve ezilen dünyaya örnek olan Atatürk'ün eylemi 20. yy'ın en devrimci, en ilerici pratiklerinden biridir.

ADKF de bu çerçeve içinde ilerici, devrimci bir mücadeleyi halkla omuz omuza elbirliğiyle sürdürmek isteyen gençlerin örgütüdür.

Siyasetler Üstü Bağımsız Devrimci Güç

ADKF'nin bir yıl gibi kısa sürede elde ettiği başarılar, Anadolu'ya yayılması, kitleselleşmesi, yarattığı tartışmalarla ve İleri dergisiyle kamuoyunu işgal etmesi bazı kesimleri şaşırtıyor ve ADKF'nin arkasında bu büyüyen güce maddi ve örgütsel kaynaklık edecek bir siyasi yapı ya da parti aratıyor. Oysa ADKF'nin başarısı Türkiye'yi bu noktaya getiren tüm siyasi odaklardan bağımsız bir gençlik örgütlenmesi, dolayısıyla alternatif bir bakış açısı ve hareketlilik yaratmasından kaynaklanıyor.

Bu tavrımız yalnızca gençliğin siyasete kendi tavrını koyması için ortaya çıkmamıştır. Esas sorun hedeflediğimiz bağımsız, laik demokratik Türkiye için birleşik halk cephesini gençlik içerisinden başlayarak tüm toplumsal katmanlarda kurmaktır. Bu ise Kuvayı Milliye'yi, yani ulusun güçlerini toparlamak misyonudur. Bu misyonun bugünkü kısır döngüden sorumlu siyasi partilerin güdümünde gerçekleşemeyeceği açıktır. Amacımız zaten Türkiye'ye bir alternatif sunmaktır. İdeolojik, siyasi, örgütsel, mali her alanda bu denli emek sarfetmemizin ve kendi bağımsız çalışmamızı toplumun ileri unsurlarıyla beraber yürütmemizin sebebi de budur.

ADKF'nin bu anlamda siyasetler üstü olması onun siyasi özelliğinin zıttı değil tersine tamamlayıcısıdır. ADKF, Kuruluş Bildirgesi'nde kendini tanımladığı gibi bağımsız, laik, demokratik Türkiye için çalışan siyasi bir gençlik örgütüdür. Siyasi hedefimiz Kuvayı Milliye'nin siyasetidir. Yani Atatürk'ün başlattığı antiemperyalist, demokratik devrimleri tamamlamak, ilerlemek ve Türkiye'yi ezilen dünyanın yeni atılımında ön saflara taşımak.

Elbette siyasi bir yapılanma olduğu için ADKF Türkiye'deki diğer siyasi yapı ve partilerin olumlu yanlarıyla ilişki içinde olacak ve birleşecektir. Ancak bu ADKF'nin bağımsız konumunu asla etkilemeyecektir.

Kuvayi Milliye'nin Dostları ve Düşmanları

Bu yeni Kuvayı Milliye hareketinin en önemli özelliği birleştiriciliktir. Özlediğimiz Türkiye için toplumun her kesiminde çalışan farklı kökenlerden gelen, farklı siyasi görüşler hatta ideolojik yapılara sahip olsa da bağımsızlık, laiklik ve demokrasi etrafında birleşecek pek çok güç mevcuttur. ADKF'nin çalışması dost yaratan ve dostları birleştiren bir çalışmadır. İleri dergisinin yazar kadrosu bile Atatürkçü, ilerici, devrimci kesimler ve aydınlar arasında daha önce hiç gerçekleşmemiş bir birleşmenin, daha önce hiç yan yana durmayan isimlerin buluşmasının gerçekleşebileceğini gösterdi. Çok büyükmüş gibi gözüken çelişmelerin aslında ortak mücadeleye tabi kılındığında, aynı siyasi hattın ilerletici unsurları olabileceği görüldü.

Mücadelede samimi ve yapıcı çalışmalarda bulunan her kesimin biribirinin ve ADKF'nin dostları olduğu ve birleşmenin ağır bastığı olumlu bir dönemi yaşıyoruz. Bu birleşik gücün yaratıldığı koşullarda bazı kesimlerin samimiyeti ve tutarlılığı da sınanıyor. Yani hareketimiz dostlarını yaratıyorken düşmanlarını da yaratıyor. Bu düşman, yalnızca emperyalizmin ve gericiliğin açık siyasi güçlerinden ibaret değil. Yıllardır Atatürkçülük ve devrimcilik kavramlarını kendi kişisel çıkarları doğrultusunda yozlaştıran ve emperyalizmin hizmetine sunan ve halk cephesini bölmeyi kendine görev edinmiş olan kesimlerin karşımızda olması hiç şaşırtıcı değil.

Ancak dostlarını birleştirmek için olanca gücüyle çalışan ADKF'nin düşmanlarını tarihin çöplüğüne atmak için bütün enerjisiyle halk güçlerini seferber edeceği de ortadadır. ADKF'nin, Atatürk Gençliği’nin yeniden uyanışında oynadığı büyük rol ortadadır. Bu tarihsel aşamayı artık kimse engelleyemeyez. Bu tarihsel gerçeği deneyerek öğrenmek isteyenler içinse denemek serbesttir ama biz uyaralım, bu yolun sonu bozgundur, hüsrandır.

ADK ve ADT'lere Düşen Yeni Görev: Birleşik Mücadeleye Katılmak

Atatürk Gençliği artık dağınık, siyasetten uzak, edilgen bir kitle değil. Tarihsel görevi etrafında, ülkesine hizmet etmek için birleşmiş ve tek temsilcisi ADKF'nin öncülüğünde Kuvayı Milliye saflarına katılmak hatta en önde Kuvayı Milliye'yi örgütlemek için sahnede.

Kurulması üzerinden henüz 6 ay geçmeden 41 üniversiteden 22 ADK ve ADT'den sadece temsilci düzeyinde 1000'e yakın katılımcıyla Türk gençliğinin uzun yıllar sonra Cumhuriyet Devrimleri'ni tamamlamak için birleştiğini ADKF Anadolu Kurultayı'nda gördük. Bu Kurultay yalnız Atatürk Gençliği'ni değil yıllardır en önde mücadele veren aydınlarımızın ve Kemalizmin yılmaz savunucularını da buluşturan tarihi bir dönüm noktasıydı.

Artık ADK ve ADT'ler için yeni bir dönem başlamıştır. Kulüpçülük, "hobi Atatürkçülüğü" dönemi kapanmış, mücadeleci Atatürkçülük dönemi başlamıştır.

ADKF, ADK'ların ve ADT'lerin ulaştığı örgütlülük seviyesinin nitel ve nicel başarısının kendisidir. ADKF'ye katılmak ve ADKF'yi büyütmek, Kuvayı Milliye'nin parçası olmak demektir. Bu göreve direnen veya kayıtsız kalanlar önemsizleşecek ve silinecek, bu birliğe güç ve nitelik katanlar 2. Kurtuluş Savaşı'na katılmak şansına sahip olacaktır.

Tüm Atatürkçü, ilerici, devrimci arkadaşlar çağrımızın tarihsel önemini kavrıyor. Saflarımız gün geçtikçe çoğalıyor. Artık geri dönüş yok: İleri...


Doğan Avcıoğlu
İstiklalciler, milliciler; birleşiniz!
(11 Ocak 1967 YÖN)

İlericilik iddiasındaki Amerikanofil politikacılar, sosyalizmi 'umacı' göstermek için, hayli eğlenceli bir kampanyaya girişmişlerdir. Tunçkanat'ın açıkladığı CIA raporuna uygun biçimde, solda milliyetçi bir birleşmeyi engellemek için çırpınan bu sahte ilericiler, düne kadar Avrupa sosyalizmini övdüklerini unutup, şimdi 'Sosyalizmin temelinde Marks yatar', tarzında müthiş ifşaatla, sosyalizmi gözden düşürmeye kalkışmışlardır. Çağımızın en büyük hümanisti ve bilim adamı olduğunda bütün namuslu düşünürlerin birleştiği Marks şimdi bir 'kolera mikrobudur'... Düne kadar pek övdükleri Avrupa sosyalizmi, aslında kötü olduğu için değil, temelinde Marks bulunduğu için kötüdür!

Sosyal bilimlerde yeni bir çığır açan ve insanların her türlü tutsaklıktan kurtarılarak en geniş özgürlüğe kavuşturulmasını isteyen Marks'ı savunmak haddimiz değildir. Ama emperyalizmin hizmetindeki teorisyenler, temelinde Marks yatıyor diye, sosyalizmin Atatürkçülüğe aykırı olduğunu ilan etmektedirler. Bu noktada sosyalistlerin ne istediklerini hatırlatmakta fayda vardır.

Sosyalistler, herşeyden önce, Atatürk'ün sağladığı, fakat sağcı politikacıların hovardaca sattıkları haklarımızı yeniden kazanma yolunda mücadele vermektedirler. Atatürkçülüğün özünde, tam bağımsızlık vardır. Atatürk'ün deyimiyle tam bağımsızlık, 'piyasada, maliyede, ekonomide, adalette, askerlikte, kültürde ve bu gibi konularda tam bağımsızlık ve özgürlük demektir.' Ve Atatürk şöyle devam etmektedir: 'Bu saydıklarımın herhangi birinde bağımsızlıktan yoksunluk, ulus ve ülkenin gerçek anlamıyla, bütün bağımsızlığından yoksunluğu demektir...' Sosyalistler, gerçek anlamıyla böyle bir bağımsızlığın peşinde koşmaktadırlar. Bağımsızlık davası yanında, bütün öteki meseleleri ikinci derecede önemli saymaktadırlar.

Daha yakınlara gelelim: 1940-45 dönemlerinde gerçekleştirilmek istenen bütün reformlar, bugün sosyalistlerin baş talepleri arasındadır. O dönemin en önemli iki davası, köy enstitüleri ve toprak reformu idi. Sosyalistler bugün, bir çeyrek asır önce başlatılan ve sonra rafa kaldırılan bu iki temel davanın savunuculuğunu yapmaktadırlar. Hatta TİP'in istediği toprak reformu, mali hükümleri ve kamulaştırma sınırları bakımından 1945 Kanunu’nun hayli gerisindedir.

Çeyrek asır önceki dönemin başka bir özelliği, planlı bir devletçiliğin geniş hazırlıklarına girişilmesiydi. 1933'te ilk adımları atılan planlı devletçiliğin, harpten sonra büyük ölçüde geliştirilmesi öngörülmekteydi. Sosyalistler, bugün planlı devletçilik derken, bu eski davanın savunuculuğunu yapmaktadırlar. Şüphesiz, o tarihlerde büyük hatalar işlenmiştir. Halk kütlelerine mal edilmeden, köklü reformların başarılacağı sanılmıştır... Feodalite kalıntısı unsurların ve kompradorların mukavemeti ve sabotaj teşebbüsleri hesaba katılmamıştır. Bu yüzdendir ki, girişilmek istenen işler başarısızlıkla sonuçlanmıştır.

Sosyalistler, planlı devletçiliğin ve köklü dönüşümlerin, ancak geniş demokratik reformlar ile birlikte başarıya ulaşacağı inancındadırlar. Nitekim CHP Genel Sekreteri de, 27 Mayıs Devrim Derneği’nde verdiği son bir konferansta bu gerçeği dile getirmektedir: "Çare halkın ekonomide hakim unsur haline getirilmesidir. Bunun için gerekli iktisadi düzen değişikliğinin ve imkan eşitliğinin sağlanması şarttır. Demokrasi, halkın, devlet ve toplum yönetimine hakim olması oranında gerçek demokrasi olur. Halk ekonomiye hakim olamazsa, devlet ve toplum yönetimine hakim olamaz. Dolayısıyla insanlar da kendi hayatlarının hakimi olamazlar."

Görüldüğü gibi, sahte ilericilerin iddialarının tam aksine, sosyalistlerin halen istedikleri 19 Mayıs 1919'da Mustafa Kemal'in Anadolu toprağına ayak basmasıyla başlayan "büyük uyanışın" bugünün şartlarıyla devamından başka bir şey değildir. Sosyalistler kesinlikle Atatürk'ün yolundadırlar ve herşeyden önce, son çeyrek asırda yitirdiklerimizi kazanma davasındadırlar.

Sosyalistlerin bugünkü taleplerini paylaşmak için sosyalist olmaya dahi lüzum yoktur. Gerçekten milliyetçi olmak yeterlidir. Temel dava, bağımsızlık davasıdır. Ama bu dava, köklü ekonomik ve sosyal reformları gerçekleştirmedikçe çözülemez. Bu sebeple, bugünün "Misak-ı Milli"si, yalnız politik planda kalmayıp, ekonomik ve sosyal alanları da kapsayacaktır. En bilinçli milliyetçi olduklarını söyleyen sosyalistlerin görevi, ikinci derecede meseleleri bir yana bırakıp, bütün milliyetçileri tereddütsüz etrafında toplayabilecek yeni bir "Misak-ı Milli" programını ortaya koymaktır.

Bu noktada bir kısım sosyalistlerin, herkesi birleştirecek ortak görüşleri araştırmak yerine, ayrılıkları büyük göstermeye çalışmaları üzücüdür. Mesela dış ticaretin devletleştirilmesini isteyenler ile "iç ve dış ticaretin halklaştırılmasını" ileri süren Ecevit arasında önemli bir fark olmasa gerektir. Ecevit, görüşünü şöyle açıklamaktatır: "İç ve dış ticaretin halklaştırılması yoluyla yatırım kaynağı israfının ve döviz kaçırmanın önlenmesini istiyoruz. Kısaca bu iki alanda da halkı ekonomiye hakim kılmak istiyoruz. Devlet kesiminde üretilen malların devlet kanalıyla, üretici köylünün de devlet öncülüğüyle kooperatifleşerek ürünlerini bu kooperatif kanalıyla ihrac etmesi gerekir." Görüldüğü gibi, CHP'nin sağcı baskı altında 1954'te liberalleştirilen en tavizci programı çerçevesinde dahi, Ecevit'in sözleri, en çok tartışılan bu konuda bile, farklı sanılan görüşlerin hayli yakın olduğunu ortaya koymaktadır. Dış politika, petrol, maden, toprak reformu vb. gibi ön plandaki davalarda da, milliyetçiler arasındaki ayrılıklar, tahmin edildiğinden çok daha önemsizdir.

O halde nedir bu çekişmeler? Nedir bu "yalnız biz varız, başka kimse yoktur" tarzındaki, milliyetçileri bölücü, parçalayıcı davranışlar? En bilinçli milliyetçi olduklarını söyleyenler, gerçekten bilinçli iseler, birleştirici ve toplayıcı olmak zorundadırlar.

Bugün sosyalist harekette bir bölünmeden söz edilmektedir; sosyalistler birleşsin denilmektedir. Eğer bu birleşme en geniş bir milliyetçi hareket içinde olmayacak da, dar bir sosyalist çerçeve içinde kalacaksa, asıl bu, en korkulacak bölünme ve parçalanmadır. Esasen CIA'nın planı da, sosyalistleri tecrid etme ve etkisiz kılma amacını gütmektedir.

Biz faşizmin de, emperyalizmin de ekmeğine yağ sürecek bu tip bir sekterizmin, Türkiyemiz için en büyük tehlike teşkil ettiğine inandığımızdan dolayıdır ki, asıl büyük bölünmenin tarihi sorumluluğunu reddediyor ve "istiklalciler, milliciler, birleşiniz" diye sesimizi yükseltiriz.


Mehmet Ali Aybar
Kurtuluş yolunu yeniden aradığımız şu günlerde...
(Sosyal Adalet, 23 Nisan 1963)

Ulusal kurtuluş hareketlerinin evrensel bir karakter kazandığını, sömürgeciliğin tasfiyesini amaç bilen, halktan gelme, halkların yürüttüğü bir savaş biçimini alması için 23 Nisan 1920’yi beklemek gerekmiştir. Bu elbette bir tesadüf eseri değildir. Osmanlı Devleti’nin en az 150 yıldır bir yarısömürge durumuna düşmüş olması, emperyalist kuvvetler hesabına sürüklendiğimiz 1. Dünya Savaşı’ndan yenik çıkmamız, büsbütün yokolma tehlikesi ile karşı karşıya bulunmamız gibi olaylar, ulus olarak varlığımızı korumak, ulusal bağımsızlığa kavuşmak konusunda halkımızı bilince kavuşturmuştur. Ve bütün bu oluşlar emperyalizm zincirinin Türkiye’den geçen halkasını hemen koparacak kadar zayıflatmıştır. Ama ne olursa olsun bu halkayı ilk kopartmanın ve birbirini izleyen öteki kopuşlara yolaçmanın paha biçilmez şerefi Türk halkına ve onun ölümsüz Başkumandanı Gazi Mustafa Kemal’e, büyük Atatürk’e ve Kuvayı Milliyeci aydınlar kadrosuna aittir.

Kurtuluş Savaşımız, insanlık tarihinde yeni bir yaprak açmıştır. Ulusal Kurtuluş Savaşımızın dünya ölçüsündeki etkilerini ve sömürge halkları için taşıdığı büyük değeri, hayret edilecek bir uzak görürlülükle, Atatürk zaferden hemen sonra, 1 Eylül 1924’te, Dumlupınar Mehmetçik Anıtı önündeki konuşmasında şöyle belirtmişti:

“Tarihimiz birçok büyük ve çok parlak zaferlerle doludur. Fakat Türk Milleti’nin burada ihraz ettiği zafer kadar netice-i kat’iyeli ve bütün tarihe, yalnız bizim tarihimize değil, cihan tarihine yeni cereyan vermekte kat’i tesirli bir meydan muharebesi hatırlamıyoruz”.

Atatürk’ün : “Cihan tarihine yeni cereyan vermekte” sözleri ile, sömürge halklarının bugün şahit olduğumuz zincirleme kurtuluş hareketlerini kastettiği şüphesizdir. Yalnız şu da var ki, 23 Nisan’ın 43. yıldönümünde, köylüsü ve kentlisi ile emekçi halkımız “öteden beri maruz bulunduğu sefalet” ve cehalet içinde yaşamaya devam ettiğine göre başka halklara ışık tutan ve onun kanıyla kazanılan Kurtuluş Savaşı, halkımıza beklediği hayat şartlarını getirmemiştir. Toplumumuzun temel yapısında bir nitelik değişikliği, hiç değilse bizi tam bağımsızlığa kavuşturacak yönde bir nitelik değişikliği olmamıştır. Şu halde Kurtuluş Savaşımız 1. Büyük Millet Meclisi’nin yukarıki bildiride belirtilen amaçlarına kavuşmamıştır.

Kurtuluş yolunu yeniden aradığımız şu günlerde bunun nedenlerini, ilk çizilen yoldan niçin, nasıl ayrıldığımızı, bilimsel değerde incelemelerle bir an önce ortaya koymamız gerekiyor.


Uğur Mumcu
Atatürk’ün çiftliğini bile koruyamamışız
ilkelerini nasıl koruyacağız?

(Cumhuriyet, 10 Kasım 1985)

Görülüyor ki Atatürk emperyalizmin kökeninde uluslararası sermayenin bulunduğunu 1920'lerde söylüyor ve başında bulunduğu hükümetin “emperyalizme karşı müdafaa ve mücadele kastı ile kurulduğunu” da açıklıyor.

Bugün uluslararası kapitalizm ile bütünleşen İMF ipotekli alaturka liberalizmimizin Atatürkçülük ile uzaktan ve yakından ilgisi yoktur.

Atatürkçülük, ulusal devrimler yoluyla çağdaşlaşma demektir. Bu çağdaşlaşma, özgürlükçü demokrasi içinde gerçekleşecektir. Çağdaş uygarlığa da bu yolla ulaşılacaktır.

Bütün bunları bir yana bırakın; siz gidin, yüz binlik Ankara'da Atatürk'ün kurduğu hipodromlara ve Orman Çiftliği'ne bakın. O günden bu yana Atatürk'ün eliyle kurulan hipodromun ve Orman Çiftliği'nin, nasıl parsellendiğini, nasıl bölündüğünü gözlerinizle görün.

İlkelerine kadar inmeye ne gerek var; daha bizler, Atatürk'ün çiftliğini bile koruyamamışız, ilkelerini nasıl koruyacağız ?

Ulusal Kurtuluş devrimcisi Mustafa Kemal Atatürk'ü ölümünün yıldönümünde her gün daha da artan saygılarla anıyoruz...


İlhan Selçuk
Gardrop Atatürkçülüğü
(9 Eylül 1966, YÖN)

Türkiye’de hiç kimse gardrop Atatürkçüsü kadar Atatürkçülüğe zarar vermedi. Hiç kimse gardrop Atatürkçüsü kadar devrimleri kemiremedi. Hiç kimse Türkiye’nin çağdaş medeniyet seviyesine erişmek çabasını gardrop Atatürkçüsü kadar baltalayamadı.

Kafası boş, üslupkar, olumlu düşünceden yoksun beyzade, kalemiyle fikirlerin ancak kabuğunu tırmalayan kültürsüz yaratık.

Halk düşmanı, Osmanlı tenpersti, çalışmadan yaşayan asalak, imtiyazlı dalkavuk, Batı’nın penceresinde maymun, komprador hizmetçisi kalem...

İngiliz kumaşında, Fransız kravatında, İskoçya viskisinde, İtalyan şapkasında, Batı medeniyetini başlatıp bitiren zavallı.

Bir gardrobun eni boyu ve yüksekliğinde dünyası çizilen entelektüel...

Halkı hor gören, Batı’nın üstünlüğüne körü körüne inanan.

Amerikan zencisine, Amerikan beyazından düşman, Batı’nın üstünlüğüne Batı’dan fazla inanan, Kongoluya Belçikalıdan daha hırslı, Çinliden korkan, Cezayir’e kin duyan, Nasır’a İngilizden fazla diş bileyen...

Batı toplumunu tenkit ve tahlil eden çağdaş düşünceyi ve akımları küfür sayan...

Atatürk’ün milli kurtuluş savaşını, Amerikan kapitalizmine, emperyalizmine satmakta mezat memuru...

Son yılların olayları iyice ortaya çıkıyor ki, Atatürk’ün bağımsızlık ve kurtuluş hareketini yabancılarla ortak çıkarlarla eritenlerin başında gardrop Atatürkçüleri gelmektedir. Bunların menfaatleri uğruna yapmayacakları hiçbir şey yoktur. Çünkü onlar gerçekte Atatürkçü değil, Osmanlı tenperestidirler. Atatürk’ün bükülmez iradesi altına girip hizmet görmeyi hiçbir zaman için çıkarlarına uygun bulmamışlardır. Batılılaşma sandıkları hareket, yüzde yüz kompradorların Batılılaşma anlayışlarına uygundur.

Halk bir yanda horlanacak, sefalet içinde yüzecek, aşağılık görülecek, bir azınlığın iktisadi çıkarları için kullanılacaktır.

Öte yanda bir mutlu azınlık Batılı maymunluğunda ve refah içinde yaşayacaktır. Caz ile dans ederek, açık saçık elbise giyerek, şapkanın envaını deneyerek, Batı’nın muhafazakar akımlarını temsil eden eserleri tiyatrolarda oynayarak...

Operaların renkli kostümleriyle parlayan sahnelerde salonları yabancı misafirler, kordiplomatik ve levantenlerle doldurup Batılılaşma-...-Fransız Amerikalılardan bekleyerek...

Böylesine tiplerin Tanzimat’ın ve Meşrutiyet’in fesli, altın çerçeveli gözlüklü, getrli, kolalı yakalı alafranga beylerinden hiçbir farkı yoktur. Bunlar yaşadıkları Atatürk çağının anlamını hiçbir zaman anlamamış ve anlamak istememiş salak Osmanlı tenperestleridir.

Bunların yüzündendir ki devrim halka mal edilememiştir, bunların yüzündendir ki Atatürkçülük anlayışı fakir halk tabakaları karşısında iktisadi muhtevadan yoksun bir anlamsızlık içinde kalmıştır.

Ve ilk fırsatta Atatürk’e ihanet etmek fırsatını kaçırmamış ve Atatürk düşmanlarıyla birkaç pula anlaşarak kemiklerini satmışlardır.

Halkın vicdanında yoğunlaşmış inançlara küfretmek, ama o inançların sahiplerine hiçbir hak tanımamak mesleği bunlarındır. Çıkarcılıkları, inançsızlıkları, eyyamcılıkları, ikiyüzlülükleriyle gerçek halk çocuklarının güvensizliğini, kişiliklerinde toplayanlar bunlardır.

Bunların verdikleri kötü örnekler, Atatürkçülüğün kurutulması için en başta gelen rolü oynamışlardır.

Gerçek Atatürkçülere ve Atatürkçülüğün devrimcilik-devletçilik-hakçılık temel ilkelerine düşmandırlar.

Bugün kompradorlar yönetimin en başta gelen hizmetkarları olarak komisyoncuların, tefecilerin, vurguncuların, vatan satıcılarının avukatlığını yapmaktadırlar.

Milliyetçiliği milliyetsizlerin, müslümanlığı sahtecilerin elinden kurtarmak gerektiği gibi Atatürkçülüğü Atatürkçülüğün A'sından nasipsiz bu Osmanlı tenperestlerinin dilinden kurtarmak gerekir.

Atatürk, kapitalizmin emperyalizminden vatanı kurtarmak savaşının lideridir. Gardrop Atatürkçüleri ise Güney Afrika’dan Güneydoğu Asya’ya ve Güney Amerika’ya kadar kapitalizmin bütün sömürgelerinde bulunan Batı mukallidi maymunlardan farksızdılar.

Atatürk’ün yaptıkları devrimlerin yanında görünürler, ama Atatürkçülüğün devletçilik-devrimcilik-halkçılık ilkeleri köklü reformları gerektirdiği için karşıdırlar. Şapka giymek haksız kazançlarla ilgili değildir. Latin harfleriyle de yazsan Arap harfleriyle de yazsan kompradorun çıkarını ilgilendirmez. Şekilde kalan her değişiklik, çıkarlara dokunmayan her davranış, yüzeyde kalan her tedbir elbette çıkarcı çevreleri rahatsız etmez.

Ama emperyalizme karşı her çıkış ve emperyalizmin içerdeki temsilcilerine karşı her tedbir içerde ve dışarda kıyameti koparır.

Gerçek Atatürkçüler Batı mukallitlerinin Türk kurtuluş hareketini nasıl yozlaştırdığını iyice tahlil etmelidirler. Bugün Asya’nın ve Afrika’nın mazlum milletlerinin emperyalizme baş kaldırmasını yeren kişiler, şapka da giyseler, çarşafa karşı da olsalar, yeni yazıya taraftar da olsalar, Atatürkçü sayılmazlar. Onlar devrim hareketlerini gardrop değişikliği sanan zavallılardır.


Aziz Nesin
Mustafa Kemal’in
Cumhuriyet’i ve Devrimi emanet ettiği gençlik

(29 Nisan 1968)

Dünya tarihinin emperyalizme karşı ilk kurtuluş savaşını vermiş olan Türkiye'yi sömürebilmek ve stratejik çıkarlarına alet etmek için yerli burjuva yaratarak kendilerine rahat sömürme ortamı hazırladılar. Bu, tabii ve tarihi gelişim içinde bir burjuva sınıfının doğuşunu değil, yapma, zorlama ve yabancı sömürgenlerin zoruyla ortaya çıkarılan bir toplumsal piçti, babası bellisiz bir çocuktu.

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra yine böyle olmuştur. Yabancı sömürgenler Türkiye'yi sömürmek ve kendi stratejik çıkarlarına alet etmek için, Türkiye'de kendilerine bu sınıftan yerli işbirlikçiler, tefeci ortaklar ve komisyoncu uşaklardan kurulu bir sömürme ortamı hazırladılar.

Mustafa Kemal Türkiyesi, yabancılardan on para borç almadan, sömürgenlerden yardım dilenmeden, demiryollarıyla, endüstrisiyle, herşeyiyle kurulmuştur. İkinci Dünya Savaşı Türkiyesi, Kurtuluş Savaşı sonrası Türkiyesi’nden daha mı yoksuldu ki, gırtlağımıza kadar borca gömüldük? Bu borçlar uğruna, ne olduğu hâlâ halktan saklanan gizli ikili anlaşmalar yapıldı yabancılarla.

Dünyada hangi insan, hangi ulus kendine yardım yapılmasını istemez? Ama biz, sömürgenlerin yardım maskesi altında, kanımıza, iliğimize kadar bizi soyduklarını, sömürdüklerini, bizi değil, çocuklarımızı değil, doğacak çocuklarımızı bile borçlandırdıklarını bildiğimiz için bu uluslararası dolandırıcılara, gangsterlere 'hayır!' diyoruz.

Mustafa Kemal 'Ey Türk Gençliği' diye seslenerek, Türkiye Cumhuriyet ve Devrimi’ni Türk gençlerine, Türk gençliğine emanet etti. Mustafa Kemal, Türk gençleri dedi, Türk ihtiyarları demedi. Mustafa Kemal'in Cumhuriyet’i ve Devrim’i emanet ettiği gençlik!

Türkiye'nin gelecek bir savaşın deneme alanı olmasına hayır diyoruz. Türkiye'nin emperyalist çıkarlarının bekçisi ve ileri karakolu olmasına hayır diyoruz. Haysiyetli yaşamak için, yardım diye uzatılan ellere hayır diyoruz.

Devrimleri yıpratan ve çürüten gericilere hayır diyoruz.

Kendilerini düzenin koruyucusu gibi gösterip Anayasa düzenini bozmak isteyenlere hayır diyoruz. Sonuna kadar hayır diyoruz.


Sunay Akın
Atatürk’ün heykeli bile sırtını Avrupa’ya dönmüş

TÜRKSOLU: Cumhuriyet tarihimizi Atatürk heykelleri ve anıtlarıyla da açıklamak mümkün. Özellikle de İstanbul’dakilerle...

SUNAY AKIN: Tabii İstanbul’da heykeller üzerine konuşmak bir ayrıcalık çünkü Cumhuriyet dönemi sonrasında heykellerle ilk buluşan kentlerden birisi İstanbul. Tabii ondan önce de heykele karşı duyarlı olan Osmanlı padişahları var. Abdülaziz bronz bir heykel yaptırır. O heykeli sokağa meydana koyamazlar ama bir yere koyarlar. Yine 2. Mahmut’un kendi resimlerini devlet dairelerine astırması ve gavur padişahı olarak adlandırılması. Sonra giderek o mezar taşlarına kadar varan o süslemecilik.

Cumhuriyet’in ilanıyla birlikte bizim kentlerimizin meydanlarında heykeller ilk kez görünmeye başladı. Onlardan tabii ki ilki de bir Atatürk heykelidir. Bunu Avusturyalı heykeltraş Kristen yapar. Avusturyalı heykeltraş Kristen’in de sonu çok hüzünlü. Kristen 2. Dünya Savaşı’nda bir hava bombardımanı sırasında ölüyor. Düşünsenize taşları yontarak o güzel ilk Atatürk heykelini yapan el, taşların altında kalarak can veriyor.

“Benden sonrakiler bu duruşu örnek alsın”

Bu heykel Sarayburnu’na konuyor. Sarayburnu’ndaki heykel yapılan ilk Atatürk heykelidir. Oraya konan Atatürk heykeli sırtını saraya ve Avrupa’ya dönmüş Anadolu’ya bakmaktadır. Mustafa Kemal Atatürk 19 Mayıs’ta Samsun’a çıkarken yola İstanbul’dan başlamaktadır. Geçiyor Anadolu’ya, devrimi gerçekleştiriyorlar ve sonra Türkiye Cumhuriyeti kurulunca İstanbul’a ilk Atatürk heykeli konuyor. Saraya sırtını dönmüş, Anadolu’ya bakar bir şekilde Sarayburnu’na heykeli konuyor. Atatürk der ki “Heykel durduğu yerle de bir şey anlatır. Heykelim orada olsun ki benden sonrakiler bu duruşu örnek alsın.”

Son derece güzel ve anlamlı bir heykeldir Sarayburnu’ndaki heykel ama Cumhuriyet Bayramları’nda kimse gidip Cumhuriyet’in ilk heykeline çelenk koymaz, koyamaz da. Çünkü hangi yüzle. Bence bütün bayramlarda gidip, protokolü bir tarafa bırakalım ve bizzat gençler, sizlerle birlikte o heykelin önüne çelenk bırakalım.

TÜRKSOLU: Bir de Taksim Meydanı’ndaki Cumhuriyet Anıtı var. O anıtın da Cumhuriyet tarihindeki çatışmaları ortaya koyduğunu görüyoruz.

SUNAY AKIN: Bu anıt İtalyan heykeltraş Karanica’ya yaptırılır. Cumhuriyet Anıtı’nı yapmak için, tabii o yıllarda 1927 yılı para yok. Kolay değil koskocaman bir anıt yapmak. Bunun için bir komisyon oluşturulur. Bu komisyonda çalışan, para verenlerden biri Ben Keresticiyan isimli bir Ermeni yurttaşımızdır.

Karanica Roma’daki atölyesinde anıt üzerine çalışmaya başlar. O sırada Sanai Nefise mektebinde yani bugünkü adıyla Mimar Sinan Üniversitesi’nde bir yarışma düzenlenir.

“Biz bu devrimi kimin için yaptık?”

Yarışmanın amacı şudur; birinci gelen öğrenci bütün masrafları devlet tarafından karşılanarak Roma’ya gönderilecek, anıtın yapımında çalışacak. Yarışma sonlanıyor ve Sabiha Ziya adlı bir kız öğrenci birinci oluyor.

Gidecek ama gönderilmiyor. Bir müddet bekletiliyor. Bu sırada Mustafa Kemal’den talimat geliyor: “Hemen birinci gelen öğrenciyi gönderin. Biz bu Cumhuriyet Devrimleri’ni kimin için yaptık.” Sabiha Ziya gönderilmek istenmiyor çünkü 21 yaşında, bekar, kız. 1923 devrimini yaptık ama Mustafa Kemal’in dediği gibi yapmak istediği pek çok şeyi yapamadı.

Atatürk’ün baskısıyla Sabiha Ziya gönderiliyor. Sabiha Ziya Cumhuriyet Anıtı’nın yapımında çalışıyor. Yani düşünsenize Cumuriyet Anıtı’nın yapımında bizden de bir heykeltraş var ve bir kadın.

Cumhuriyet Anıtı dört cepheden oluşur. Birinci cephe Harbiye’ye bakan taraftır ki burası Kuvayı Milliye dönemidir. Bağımsızlık ve özgürlük için verilen antiemperyalist mücadelenin dönemidir. Onun 180 derece tersindeki cephede Sıraselviler’e bakan taraf Cumhuriyet’i simgeler. Cumhuriyet ilan edilmiştir. Burada sivil olarak görüyoruz Atatürk’ü. Burada Atatürk’ün yanında duranlara ben tam Atatürkçü diyemiyeceğim. Biraz yağdanlıkla Atatürk’e yaklaşanlar. Ki Mithat Cemal Kuntay bir şiir yazar Atatürk’e: “Sen onu anlatamazsın, o bizimdir” falan diye. Burada Atatürk’ün yanındaki insanlarla aynı boyda olması bile eleştirilmiştir. Niye? Daha büyük yapacakmış falan filan.

Heykellerde ileri geri kavgası

Gelelim diğer iki cepheye. Diğer iki cephe de bayrak açmış askerler vardır. Bu askerler zaferi simgeler. Her iki cephede de aynı askerler vardır ve zaferi simgelerler. Ama önemli olan bu bayrak açmış askerlerin bulunduğu cephelerin hemen üstünde olan kadın yüzleridir. Bu kabartma kadın yüzlerinden birinde kadın peçelidir. Bu, esaret dönemini simgeler. Cumhuriyet öncesi yani. Diğer cephede ise peçesi kalkmış, gülen bir çağdaş Cumhuriyet kadını vardır. İşte peçeli kadının baktığı taraf sular idaresidir ki gericler tarafından oraya camii yapılmak istenmektedir. Çağdaş kadının baktığı yerde ise Atatürk Kültür Merkezi vardır. İşte size aynı zamanda kısa bir Cumhuriyet tarihi. Cumhuriyet tarihi bu iki tarafın çekişmesinin ürünüdür.

Ama bugün 1923 Devrimi’ni ve Mustafa Kemal’in kavgasını kavrayamayan, ona karşı olduğunu söyleyen ve kendini devrimci olarak tanımlayan pekçok kişi gelir geçer o Cumhuriyet Anıtı’nın yanından. Farkında bile değiller.

Katanica bu anıtı meydana koyuyor fakat bizim jeologlarımız bu heykeli hiç beğenmiyorlar. Cumhuriyet anıtını ilk eleştiren jeologlarımız oluyor. Neden? Çünkü bu taş, bu heykelin yapıldığı malzeme çok kolay aşınır. Katanica, hayır diyor, “Benden iyi mi bileceksiniz? Aşınmaz” diyor. Kısa bir süre sonra taş heykel erimeye başlıyor. Yağmurdan, rüzgardan, güneşten giderek aşınıyor. Bu sefer bizim jeologlarımız tutuyorlar, onu ilaçlıyorlar ve koruma altına alıyorlar. Aslında 17 Ağustos’ta hiç dinlemediğimiz yer bilimcileri daha Cumhuriyet’in başından dinlememeye başlamıştık biz. Cumhuriyet anıtımızda bile kendi jeologlarımıza değer vermememizin hikayesidir bu aslında.

Heykeller duruşlarıyla da bir anlam taşır

TÜRKSOLU: Bazı heykellerin çok fazla dikkat edilmeden ya da bilinçli bir şekilde gözlerden uzak tutulmak istendiğine de rastlıyoruz.

SUNAY AKIN: Heykeller duruşlarıyla da bir anlam taşır. Beşiktaş’ta denize bir kişi bakamaz o da Barboros heykeli. Otobüs duraklarına bakıyor yahu. Bakıyor ki otobüs kaçıyor mu? “Bak bak bak yaşlı adam 17 nolu otobüsü kaçırdı.” Bodrum’da ünlü denizcimiz Turgut Reis adına bir yer var. Burada herkes denize bakar, bir kişi bakamaz: Turgut Reis. Heykelin sırtı denize dönük. Haydi bırakın onu, Edirne’de Selimiye Camii’nin orada herkes camiiye bakar. Bir kişi camiyi göremez: o da Mimar Sinan. Heykeli ters oturtmuşlar.

Bir Atatürk heykeli var ki şu anda İstanbul’da, İstanbul’u rant olarak gören, 1950’den sonra o şehri yokeden çirkin imar politikalarının temsilcileri tarafından konduruluan bir Atatürk heykeli var bugün Beşiktaş’ta. Çirkin bir gökdelen yapısı boru şeklinde yükseliyor ve üstünde Atatürk. Atatürk heykelinin arkasından yükselen çirkin, minyatür bir gökdelen formunda bir anıt. Niye? Gökdelenlerle kenti doldurdular ya, amaç bunu sokakta yanından geçen insanlara onaylatmak. Hemen ötede Barboros. O da denize bakamıyor, o da otobüs durağına bakıyor. Denize bakamayan, otobüslere bakan Barboros ne denli tarihi bir duruşsa, gökdelenin önünde duran Atatürk de o denli bir tarihi duruştur.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder